Marshall McLuhan, ünlü eseri Gutenberg Galaksisi’nde “ulusçuluk”un teknolojik bir bilinç ürünü olduğu ileri sürmektedir. Bu teknoloji ise tipografi, yani fonetik alfabedir. Kitapta konu ile ilgili hayli ilginç bir okuma serüveni sunan McLuhan’a göre, on beşinci yüzyıla kadar milliyetçiliğin en küçük belirtisi bile bulunmamaktadır. Tipografik alfabenin matbaada basılır hale gelmesiyle birlikte insanların kendi dil özelliklerini fark etmesi, sonuçta ulus-devletlere kadar giden yeni bir bilişsel serüveni başlatmaktadır.
“İnsanın kendi kimliğini ifade etmeye ve bunun hassasiyetle başkaları tarafından tanınmasına duyduğu ihtiyaç giderek yayılmaktadır.” Manuel Castells’in bir “hayali cemaat” olarak ulusçuluğu anlatmak için Hobsbawm’dan ödünç aldığı bu cümle, “ulus bilinci”nin temel motivasyonunu anlatır niteliktedir. Bu ifade milliyetçiliğin, kişisel kimliğin oluşum aşamalarından biri olduğuna da işaret etmektedir. Bunun yanında birtakım etkenlerin rolü, tarihsel bağlamlar, kolektif hafızaya sunulan malzemeler ve çatışan iktidar stratejileri arasındaki etkileşimin de milliyetin oluşmasında belirleyici rol oynadığına inanılmaktadır.
Spotu McLuhan’la başlatıp Castells ile yazıya giriş yapmak biraz ilginç bulunabilir fakat Castells’in ulusçuluk düşüncesini dayandırdığı psikolojik, askeri, siyasal ve sosyolojik gibi genel kanaatlere uygun etmenleri okuduktan sonra, McLuhan’ın ileri sürdüğü fikirlerle karşılaşmak da aynı şekilde şaşırtıcı olabilir. Zira McLuhan ulus bilincinin oluşmasını bütün bu etmenlerin dışında direkt “tipografi”ye bağlamaktadır: Milliyetçilik, matbaa, perspektif ve görsel nicelleştirme ile başlayan “sabit bakış açısına” dayanır veya ondan doğar. Matbaa anadilleri, kitle iletişim araçlarına ya da kapalı sistemlere dönüştürürken, modern milliyetçiliğin birörnek merkeziyetçi güçlerini de yaratmaktadır.
Peki nasıl? McLuhan’a göre matbaa, birörnek yinelenebilir nitelikteki ilk metayı, ilk üretim bandını ve ilk kitlesel üretimi yaratarak, uygulamalı bilginin yeni görsel vurgusunu pekiştirmiş ve genişletmiştir. El yazması, ulusal bir ölçekte kamular yaratmak için zorunlu olan yoğunluğa ve yayılma gücüne sahip olmadığı için bireyciliğin ve milliyetçiliğin dinamikleri, el yazması tarzında ancak gizil durumda bulunmaktaydı. Bu nedenle son yüzyıllarda “ulus” adını verdiğimiz oluşum, Gutenberg teknolojisinin ortaya çıkışından önce baş göstermedi, gösteremezdi de. Fakat hareketli matbaa harflerinden oluşan üretim bandı, birörnek ve bilimsel deneylerdeki kadar yinelenebilirlik özelliğine sahip bir ürün elde etmeyi mümkün kıldı. Bu da yepyeni bir ortam olan kamuyu ortaya çıkardı. Bu durumda, yeni teknoloji anadili, gözle görülür, merkezi ve birörnek hale getirdikçe, mahrem içsel deneyimin dışsallaştırılması ve dile getirilmesi ile kolektif ulusal bilincin bir yığın haline gelmesi de tipografinin işleyişi ve sonuçlarıyla yakından ilişkilidir.
On beşinci yüzyıla kadar milliyetçiliğin en küçük belirtisinin bile bulunmadığını gözlemleyen Henri Pirenne’ye atıfta bulunan Mcluhan, bunun nedenini daha önce ulusal ticareti dış rekabetten koruma yoluyla desteklemeye yönelik en küçük bir arzunun bile olmamasına bağlamaktadır. Tipografiyle birlikte Avrupa ilk tüketici çağını yaşadı; çünkü baskı sadece bir tüketici aracı değildi, aynı zamanda insanlara bütün diğer etkinliklerini de sistemli ve çizgisel bir temelde nasıl örgütlemesi gerektiğini öğretip pazarların ve ulusal orduların nasıl yaratılacağını göstermekteydi. Hatta bu sayede insanların, ilk kez kendi yerli dil özelliklerini görmesi sağlandı ve yerli sınırlar temelinde ulusal birlik ve iktidarı görselleştirmelerine olanak tanındı.
McLuhan, Ramus’un yeni basılı kitabın derslikteki üstünlüğünde ısrar etmesinin haklılığını vurgulamaktadır: Çünkü yalnızca bu yeni aracın türdeşleştirici etkileri, genç yaşamlarda ağır bir vurgu yaratabilirdi. Matbaa teknolojisiyle bu şekilde işlenen öğrenciler, her çeşit sorun ve yaşantıyı yeni çizgisel düzenin görsel türüne aktarabilirlerdi. Bütün insan gücünü ortak ticaret ve finansman, üretim, pazarlama ve sömürmeye can atan bir toplum için, bu çeşit eğitimin zorunlu tutulması gerektiğini görmek, pek büyük bir vizyon gerektirmiyordu. Yazarlar bu noktada görevi seve seve üstlendi. Bunlar, halka yalnız fikirlerini değil aynı zamanda yaradılış ve huylarını da vermektedir. Uzun bir eğitimin sonucu olarak, bütün Fransızlar, onların kitaplarından okuyarak sonunda onları yazan kişilerin içgüdülerini, zihinsel işleyişini, beğenilerini, hatta eksantrik yönlerini kaptılar. Öyle ki, harekete geçmek zorunda kaldıkları zaman, edebiyatın bütün alışkanlıklarını siyasete de taşıdılar.
Zaten herhangi bir ülkede modern milliyetçiliğin doğuşundan doğrudan doğruya kitlelerin sorumlu olduğuna dair kesin bir delil yoktur. Milliyetçi hareketin, ilk olarak “entelektüel” sınıflar arasında yayıldığı ve belirleyici uyarıyı orta sınıfların desteğinden aldığı görülüyor. “Ulusal edebiyat”ın doğmasına yardım edenler de yazarlardır. Başlangıçta, etkinlikleri bu konuda hoş bir yalınlığa sahipti. Daha sonra Romantik hareketin tılsımı altında, can çekişen diller hayata döndürüldü, henüz zar zor var olan uluslar için yeni ulusal destanlar yazılırken, edebiyat büyük bir coşkuyla, ulusal varlık düşüncesine de doğa üstü erdemler yükledi.
Matbaadan önce şair ya da yazar, seslendiği halk kitlelerinin önünde anadilini kullanamazdı çünkü şiir ya da nesir Latinceydi. 16. yüzyıla kadar sayıları 15 ila 20 milyon nüshaya ulaşan bütün basılı kitapların yüzde 75 gibi bir bölümü Latinceyken matbaa, 10 yıllık bir süreçte elyazmasını bozguna uğrattı. Böylece anadil çok geçmeden Latincenin yerini aldı çünkü ulusal bir dil çerçevesinde basılı kitap, Latincenin ruhani seçkinlerinin oluşturduğundan çok daha büyük bir piyasaya hitap ediyordu.
Bu noktada milliyetçiliğin böylesine gözde olmasını sağlayan etkenin matbaa olduğunu söylemek mümkündür. Çünkü basılı söz, ilkin anadilin görselleştirilmesinde, ardından da modern sanayi, piyasalar ve ulusal statünün görsel yaşantısına izin veren türdeş bütünleşme tarzını yaratmaktadır. Matbaa aracılığıyla bir halk, kendisini ilk kez görürken, kendi sınırlarıyla toplumsal birliğin bir görünüşünü de bulmaktadır. Anadile dayanan milliyetçilik aracılığıyla kitlesel gruplaşmalar yaratan matbaa da teknolojinin tam göbeğinde yer almaktadır. Anadilin basılı haldeki bir deneyiminin yaşanmadığı yerde milliyetçiliğin çıkamayacağı yargısı bu bakımdan doğru görülmektedir.
16. yüzyılın Avrupa “milletleri” büyük kabilelerden çok küçük imparatorluklara benziyordu. Milliyetçi öğretilerin ortaya konması, 18. yüzyılın zihinsel alıştırmalarından bir tanesiydi. Bu, birincil olarak entelektüellerin işi ve mevcut entelektüel çıkarların ve eğilimlerin bir ifadesiydi. Ancak bir kez ortaya konduktan sonra, milliyetçi öğretileri güçlü kılan, mekanik sanatlardaki olağanüstü bir gelişme yani Sanayi Devrimi oldu. Çünkü sanayileşmeden bu yana sanatlar, felsefe ve din bile milliyetçilik tarafından kalıba dökülmektedir. Kökeninde açıkça milliyetçi olmayan ve kimi zaman kesinlikle milliyetçilik karşıtı olması amaçlanan felsefeler, sözgelimi Hristiyanlık, Liberalizm, Marksizm felsefeleri ve Hegel, Comte ve Nietzsche’nin sistemleri, milliyetçi amaçlarla bol bol kullanılmakta, sık sık da çarpıtılmaktadır. Evrensellik arzusuna karşın plastik sanatlar, müzik ve edebiyat, artan bir biçimde milli yurtseverlerin ürünü ya da gururu olmaya başlamıştır. Son kertede, milliyetçiler başarılı olur da yeni veya eski devlet örgütü hizmetlerine girerse, en sonunda ulus egemen olur ve bir ulus-devlet ortaya çıkar.
Sadece Gutenberg Galaksisi göz önüne alındığında sonuç olarak denilebilir ki tipografinin bulunması tek başına ulus bilincinin ortaya çıkmasına yetmemektedir. Bunun için matbaanın kitapları seri bir biçimde çoğaltması gerekmektedir. Bu sayede, entelektüel kesimin de etkisiyle kişilerin önce görselleşen dil üzerinden sonra da diğer benzerlik faktörlerini fark etmesiyle birlikte milliyetçiliğin temeli atılmıştır. Fakat şunu da söylemek gerekir: Başta televizyon ile günümüzdeki kitle iletişim araçlarının tüm duyulara hitap etmesine rağmen milliyetçilik, çağımızın uygar halklarının düşünce ve eylem biçimlerinde öylesine yaygınlaşmıştır ki, çoğu insan milliyetçiliği basitçe doğal karşılamakta, onu evrendeki en doğal şey olarak görmekte ve daima var olması gerektiğini kabul etmektedir. Standartlaşma ile doğan milliyetçiliğin dinamizm ile kaybolması gerekiyordu, fakat olmadı. Bunu da bir başka yazıda tartışmak yerinde olacaktır.
Yazan: Abdulkadir Büyükbingöl