16. yy’de özellikle Johannes Kepler’in icat ettiği teleskoplar astronomi biliminin kapılarını aralayan en önemli gelişme olmuştur. Bu tarihten öncesinde uzay, evren, kozmos ile uğraşan bilim insanları uzayı çıplak gözle veya gelişmemiş araçlar ile gözlemlemek zorundaydılar. Bu durum dünya dışında gözlemlenen olayların kanıtlarıyla ve ayrıntılarıyla sunulmasını değil olayların yorumlanmasına, haklarında tahmin yürütülmesine sebep olmuştur. Gelişmiş teleskopların icadından önceki dönemde insanlar tarafından evreni yorumlama çabasına astroloji (bu kavram günümüzde bilimsel olmayan başka bir uğraşa evrilmiştir) denir.
Evren, yaratılış gibi olgular eski ve yeni bütün tinsel inançların değindiği olgulardır. Eski uygarlıkların mitolojisinde ve günümüz İbrani dinlerinde olduğu gibi günümüze kadar rastlanmış bütün tinsel inançlarda yaratılış anlatılmış, evren yorumlanmıştır. Çok farklı bir zamanda ve çok farklı bir mekanda görülen iki farklı tinsel inancın yaratılış hikayesinde bariz benzerlikler bulunmaktadır ve aynı semboller yakın anlamlarda betimlenmiştir. İnançların bütününde kozmostaki gezegenlerden, yıldızlardan, bulutsulardan ve olaylardan bahsedilmiş, birer kanıt olarak sunulmuş ve yorumlanmıştır. Modern bilimin gelişmesinden önceki dönemlerde yaşayan insanlar gökyüzündeki bazı olayları çıplak gözle gözlemlediler (güneş tutulması, yıldız kayması, gece ve gündüzün devinimi vb.). Bu olayların incelenmesi ve araştırılması o dönemin şartlarında mümkün olmadığı için insanlarda müthiş bir bilinmezliğe ve korkuya yol açtı ki ‘insan bilmediğinin düşmanıdır’ sözü bu durumu kısa ve öz biçimde açıklar. Atalarımız bu bilinmezlik bütününe tanrısal, ruhsal ve tinsel anlamlar kazandırdılar, bu şekilde açıkladılar. Bu düşünce ve tutum antik dönemler ele alındığında gayet rasyoneldir zira insanın gücünün yetmediği, bilmediği olaylar ve olgular günümüzde hala tinsel metinlerle, hikayelerle açıklanmaktadır. Her ne kadar tahmin ve yorumlama olsa da inançların kozmos hakkında anlattığı bu hikayeler günümüz astronomisinin, kozmolojisinin gelişmesine katkı sağlamıştır. Bu yazıda yukarıda anlatılan inançlardaki ve modern bilimdeki kozmos anlayışının gizli bir köprü ile bağlantısını 2006 yapımı, Darren Aronofski’nin yönettiği ‘Kaynak (The Fountain)’ filmi ile açıklamaya çalışacağım.
Kaynak filmi ölüm ve yaşam, ölümsüzlük, aşk, yeniden doğma, mitolojiler, kutsal kitap, yaratılış hikayesi gibi birçok konuya değinerek bu olgular arasında bir bağlantı kurmaktadır. Film 16, 21 ve 26. yüzyıllarda yaşayan aynı bedene ve aynı hedefe lakin farklı bir ruha, düşünceye, algıya sahip insanın anlam ve ölümsüzlük arayışını konu almaktadır. 21. yüzyıldaki kahramanımız Dr. Creo kanser ve yaşlanma üzerine deneyler yapan bilim insanıdır. Dr. Creo’nun eşi Izzi de kanser hastasıdır ve Dr. Creo yaptığı araştırmaları aşık olduğu karısını bu hastalıktan kurtarmak için yapmaktadır. Izzi’nin yazdığı bir kitabın hikayesi de filmde 16. yüzyılda geçen dönem olarak yansıtılır. İspanya Kraliçesi engizisyona teslim olmak üzeredir ve bundan bir kurtuluş yolu bulmuştur. Bir Fransiskan rahibi gizli bir Maya tapınağının yerini bulduğuna ve hayat ağacının orada olduğunu söyler. Kraliçe kurtuluşu bu hayat ağacının özünü içerek ölümsüz olmakta bulmaktadır. Ağacı bulması için bir Konkistador’u görevlendirir. Tekrar 21. yüzyıla döndüğümüzde Dr. Creo yaşlı bir ağaçtan alınan örnek ile yaşlılığı ve hastalığı engelleyen bir keşif yapar. Lakin karısını kurtarmak için geç kalmıştır. Izzi ölümünden önce Creo’ya Mayalıların ölülerin yeniden dirildiği yer olarak ölen bir yıldızı seçtiklerine ve buna Xibalba adını verdiklerinden bahseder. Ölümün bir yok oluş olmadığını yeniden doğuma sebep olduğunu Creo’ya anlatmaktadır. Izzi bir Maya rehberinin ona anlattığı hikayeyi anlatmaktır. Rehber babası öldüğünde onun gerçekten öldüğüne inanmadığını, babasının mezarını kazdıklarında onu bulmayacaklarını söylemiştir. Babasının mezarına bir tohum ektiklerini o tohumun büyüyüp bir ağaç olduğunu ve babasının da o ağacın bir parçası olduğunu ve bir serçe gelip o ağacın meyvesini yediğinde babasının da o serçe ile uçtuğunu söylemiştir. Creo bunların hiçbirine inanmamıştır ve ölümün tıpkı diğerleri gibi sadece bir hastalık olduğunu ve tedavisini bulacağını söyler yine de Izzi’nin mezarına bir tohum eker. Creo istediğini başarır ölümsüzlüğü keşfeder. Film burada 26. yüzyıla geçiş yapar. Creo Izzi’nin anlattığı hikayelere inanamaya başlamıştır ve onun mezarına ektiği ağacı bir uzay aracı olan baloncuğun içine yerleştirir ve Xibalba’ya doğru yol alırlar. Geçmiş zamana döndüğümüzde Konkistador tapınağı ve yaşam ağacını bulmuştur. Yaşam ağacını görünce dayanamayan Konkistador ağacın özsuyunu içer ve bedeninin her yerinden varlık taşar, bedeni toprağa ve onunla birlikte birçok bitki ve çiçeğe dönüşmüştür. Bedeni yok olmuş ama varlığı toprakla devam etmiştir. Gelecek zamanda ise Xibalba’ya az bir mesafe kaldığında Izzi’nin mezarından alınan ağaç kurumuş ve ölmüştür. Çaresiz kalan Creo o an şunu fark etmiştir ölümsüzlük çabası boşa bir çabadır asıl sonsuzluğun ölümde olduğunu ve karısı ile ancak öldüğünde tekrar var olabileceğini… Filmin kurgusu ve senaryosu oldukça karmaşıktır. Bu karmaşıklık birçok farklı bilimsel ve tinsel konuyu birbirleri ile bağlamasından kaynaklanmaktadır.
Bazı büyük yıldızlar süpernova patlaması sırasında etrafa maddeler saçarlar. Bu maddeler çevredeki gazla güçlü bir etkileşime girer ve yıldız oluştururlar. Mayalıların mitine göre ahiret olarak adlandırdıkları ve ölülerin tekrar dirileceği yer olan Xibalba’nın günümüzde Orion bulutsusunda olduğuna inanılmaktadır. Filmde Mayalıların patlayacak ve bu sayede yeni yıldızlar oluşturacak Xibalba’yı ahiret olarak seçmelerinin kutsallığından ve rasyonelliğinden bahsedilir. Patlamış yıldızların yeni yıldızlar oluşturması ve Mayalıların ölümün yeniden bir yaratılış olarak gören düşünceleri ve bu düşüncelerinden ötürü patlamakta olan bir yıldızı ahiret olarak tasvir etmeleri müthiş bir tesadüf veya bilinçli bir tutumdur. Bir yıldızın patlamasıyla yeni yıldızlara hayat vermesi ve bir bedenin ölümüyle ruhun başka birçok varlıkta ortaya çıkması inancı bilim ve tin arasındaki gizli köprülerden birine örnek olabilir. Film bu konuya yine 16. yüzyıldaki Engizitör’ün şu diyaloglarıyla değinir: “Bedenlerimiz, ruhlarımız için birer hapishanedir. Etimiz ve kanımız tutsaklığımızın demir parmaklıklarıdır. Ama korkmayın. Bütün vücut çürür. Ölüm her şeyi küle çevirir ve böylece ölüm her bir ruhu özgür kılar.” Filmin bu kısmında da ölümün bir kurtuluş olduğundan bahsedilmektedir.
Kaynak filmi aslında varlığın hiçbir şekilde yok olmadığını tinsel bir yöntem ile açıklamaktadır. Bedenin farklı formlara dönüştüğünü ve bilincin de bu formlar üzerinden aktarıldığını bundan ötürü bilincin asla yok olmadığını öne sürer. Şüphesiz ki bilimin gelişmesi ve evreni daha fazla keşfetmemiz ile bilinç, ruh ve bunun maddiyat ile olan ilgisi, yok olup olmayışı gibi konular bilimin araştırma konusu haline gelecek ve somut bilgiler elde edeceğiz. Tıpkı teleskobun icadı ile kozmosu somut olarak tanımamız gibi bilinç ve var olmaklık gelişen bilimin somut veriler üreteceği olgular haline gelecektir. Kaynak filmini izleyen herkes farklı çıkarımlara ulaşabilir, benim çıkarımım ise yukarıda anlatmaya çalıştığımdır.
Yazan: Mustafa Çeğindir