Yunan felsefesiyle temasa bile geçilmeden evvel, İslami metin ve fikirlerin kendileri zaten ilk Müslümanları felsefi sorular üzerinde düşünmeye zorlamıştı. Diagne bu konuda bize iki örnek veriyor.
Louis Mosar
Diagne’nin “İslam’da felsefe nasıl yapılır?”adlı Hollandaca tercümesinin yayını vesilesiyle Antwerp Üniversitesi, yazarın bu kitabı üzerine bir konferansı düzenledi.
İslam Dünyasının Felsefe Yoksunluğu
Souleymane Bachir Diagne, “İslam’da Felsefe Nasıl Yapılır?” adlı kitabında felsefe ile İslamın uyumsuz olduğu görüşüne meydan okuyor. Senegalli filozof, İslami düşüncenin içinde bulunan açık ve şüpheci geleneğin altını çiziyor ve onu besleyip güçlendirmek istiyor. Ona göre “İslami felsefe” kavramı kendi içinde bir karşıtlık içermez.
Çok erken dönemlerden beri Müslümanlar, kendi dinamik ve entelektüel gelenekleriyle irtibatlarını koparmamak için felsefe yapmaya ihtiyaç duydular ve bunu devam ettirmeleri gerektiğini hissettiler.
Diagne’nin İslam Felsefesinde uzmanlaşmasını sağlayan ise Çağdaş İslam Dünyasındaki felsefe yoksunluğu oldu. Senegal’de nüfusun yaklaşık %95’i Müslüman olmasına rağmen, Diagne bu konuda akademik uzman bulamadı. Başlangıçta mantık ve bilim felsefesi konularıyla ilgileniyordu fakat İslam felsefesi uzmanına duyduğu ihtiyaç, Senegalli filozofun onyıllardır beklediği uzmanın kendisi olmasına vesile oldu.
Yunan Felsefesiyle Karşılaşmadan Önceki İslam Felsefesi
Bu kısa biyografik nottan sonra -ki bu önemlidir çünkü bu notu İslam aleminde İslam felsefesi üzerine uzmanlaşmadaki kötü duruma dikkat çekmek için kullanır- Diagne, gündem haline gelir. Bir soruyla başlar: Felsefe ile İslam ilk olarak nerede karşılaştı?
Diagne ’ye göre, Yunan felsefesiyle temasa bile geçilmeden evvel, İslami metin ve fikirlerin kendileri zaten ilk Müslümanları felsefi sorular üzerinde düşünmeye zorlamıştı. Diagne bu konuda bize iki örnek veriyor.
İlk problem özgür irade ve kaderle alakalı. Bu gerçekten de Tanrı’nın iki niteliği ile alakalı bir problem: O’nun her şeye gücünün yetmesi ve adaleti. Eğer insanlar istedikleri gibi davranmakta özgür olsaydı, Tanrı’nın gücü sınırlandırılmış olurdu. Bu durumda Tanrı’nın insan davranışları üzerinde hiç bir hakimiyeti olmazdı. Tersi durumda ise, yani Tanrı’nın insanoğlunun bütün eylemlerinden sorumlu olduğu söylendiğinde ise bu sefer de kendisinin sebep olduğu günahlar sebebiyle insanları cezalandıracağı için Tanrı’nın adaletinin sorgulanması gerekirdi.
İkinci problem ise Tanrı’nın özüyle ilgili. Tevhid, Vahdet-i Vucud, Tanrı’nın ezeliliği-ebediliği ve sıfatları arasındaki ilişki nedir? Eğer Tanrı’ya irade atfedilirse, bu Tanrı’nın mizacının değişkenlik gösterdiği anlamına gelir. Bu da Tanrı’nın bir zaman dünya ve insanlığın yaratılmasını istemediği, başka bir zaman ise Tanrı’nın arzusunun değişip dünya ve insanlığı yaratmaya karar verdiği anlamına gelir.
Yunan Felsefesiyle Karşılaşma
İslam imparatorluğunun genişlemesinin bir sonucu olarak İslam, Helenistik kültür ve Yunan düşüncesiyle iletişime geçti. Yunan felsefesiyle karşılaşmanın neticesinde iki farklı türde tepki ortaya çıktı: Küçümseme ve Açıklık.
KÜÇÜMSEME fikrinin ardındaki mantık anlaşılabilir ve vahiy gerçeği mantığı çerçevesinde anlamlı gelebilir. Müslüman biri, niçin hiç vahye muhatap olmamış paganların ilmine ilgi göstersin ki? Bu fikir dini açıdan doğru gibi gelebilir fakat bunun İslam’ın karakterine uygun bir şey olmadığını belirtmek gerekir. Böyle bir tutum paylaşılan tüm düşüncelerin vahye ait olduğu Musevilik ve Hristiyanlık’ta mevcuttur.
Diğer bir fikir ise başka kültürlerin sunduklarına karşı AÇIK olmak. Dikkat çekici bir şekilde o zamanlarda felsefe, günümüzde olduğundan daha yaygındı. Felsefe aynı zamanda matematik ve astronomiyi de kapsamaktaydı. Bu görüş, “BAŞKALARI”nın (Yunan Felsefesi) eserlerinin, İslami vahye sahip olan kendi toplumundaki cari ilme ışık tutabileceğini savunuyordu. Diagne, bizi ilme teşvik eden şu meşhur hadisi zikreder: “İlim Çin’de bile olsa onu arayınız.” Ayrıca Kur’an-ı Kerim’in Hucurat Suresi 13. ayetinde bize “Birbirimizle tanışmak için ulus ve kabileler haline getirildiğimizi” söyleyen ifadeleri nakleder.
Bu bağlamda Yunan metinlerinin çevirileri başladı. Arapça ilk tercümeler bizzat Yunanca’dan değil, Nastûrî Hristiyanlar tarafından Süryanice metinlerden yapıldı. Ancak daha sonra Müslümanlar kendileri etkin mütercimler hâline geldiler. Bu bile felsefi projeyi bir bütün olarak nitelendiren ve Müslümanların dünyadaki en büyük uygarlıklardan birini inşa etmesine yardımcı olan temel kültürlerarasılığı ve çeşitliliği gösterir.
İslam felsefesi, rasyonalist teolojiyi savunan ve Yunanca metinlerin tercüme edilmelerini teşvik eden Abbasi Halifesi Me’mun’un tesiri altında gelişti. Dokuzuncu yüzyılda siyasi iktidar, ilim arayışı ve açıklığın arkasındaydı. Nitekim sadece entelektüel metinler değil, aynı zamanda politik metinler de tercih ediliyordu. Ta o dönemlerde Müslümanlar, Yunan felsefesini gerçek manada içselleştirmiş ve kendilerine özgü felsefe üretmeye başlamışlardı. El-Kindî gibi düşünürler, Yunan felsefesini tercüme edip yeniden üretmekle kalmamış, aynı zamanda kendi kavrayışlarıyla zenginleştirmiş ve böylece devam eden geleneğe katkıda bulunmuşlardı. Ne var ki vahy ile felsefe arasındaki gerginlik çözüme kavuşturulamuş değildi.
Gramerci ve Mantıkçı
Diagne’ye göre, felsefe ile vahy arasındaki süregelen gerginliğin ortaya çıktığını ileri sürdüğü ilk örnek, 932 yılında bir vezirin sarayında Ebu Said el’Sirafi ile Ebu Bişr Matta arasında yaşanan bir tartışmadır. El-Sirafi, kelamcı, fakih ve Arapça gramer uzmanıydı. Ebu Bişr Matta ise Aristoteles’in çalışmalarının mütercimi ve Aristotelesçi mantığın uzmanı Hıristiyan bir filozoftu. Diagne’ye göre bu tartışma, bir taraftan felsefenin çoğulculuğunu, diğer taraftan dilin saflığını ve vahyin hakikatini korumak isteyenleri örneklemektedir.
Yunan düşüncesinin çevirileri Arap dili üzerinde büyük bir etki yarattı ve onu değiştirdi. Aristotelesçi mantıkta, örneğin bir önermenin standart biçimi “X, f”dir. Mesela “Sokrates beyazdır”. Bu sadece mantıki bir iddia olmaktan ibaret değil, aynı zamanda ontolojik bir iddiadır. Arızi özelliklerinin değişebileceği (Socrates’in beyazlığı) fakat kendisi değişmeyen bir cevheri (Sokrates) tanımlar. “Olmak” fiili burada özne (Sokrates) ile yüklemi (beyazlık) birbirine bağlayan bağ işlevi görür. Fakat bu yapının Arapça’ya aktarılması pek de kolay değildir. Arapçada “olmak” fiilinin kendi başına bağ işlevi bulunmaz. Bu da Yunanca metinlerin tercümesini çokça zorlaştırır, Yunan felsefesini tercüme etmenin dil üzerinde büyük bir etki yarattığını gösterir. Eğer bir şey, önermenin standart biçimi kadar basit olsaydı, zaten Arapçaya çevirmek için gerekli olan hüner ve becerinin bir önemi kalmaz, herhangi birinin Yunan metinlerinin çevirisinin nasıl yapılması gerektiğine dair bir izlenimi olabilirdi.
Yukarıda sayılan ana gerekçe yüzünden el-Sirafi, Yunan felsefesini, kendi dilinin ve geleneğinin saflığı karşısında bir tehlike olarak görüp felsefeye karşı düşmanca davrandı. Yunan felsefesinden yararlanılmaya başlanması, Arap dilinin dönüşümünü de beraberinde getirdi. Bu, Tanrı’nın kendisine vahyettiği dile ve bizzat vahyin kendisine yabancılaşmak demekti. Bununla beraber, kendisi de felsefi bir noktaya temas etti: Filozoflar, “evrensel mantık”tan bahsediyorlar. Belki de Aristoteles gerçekten evrensel mantık kategorileri falan bulmamıştır. Belki de sadece Yunan dilinin mantıksal kategorilerinin açıklamasını yapmıştır. Bu tam da yaklaşık bin yıl sonra, Fransız dilbilimci Emile Benveniste’in çalışmasında tekrar ortaya çıkacak bir fikirdi.
Gazâlî: Felsefenin Dost Gibi Görünen Düşmanı
Diagne’nin felsefe ve vahiy arasındaki çözülememiş gerginliğe verdiği ikinci örnek ise Muhammed el-Gazali’dir. Gazali, Müslümanların müşterek hafızalarında seçkin bir yere sahiptir ve “Huccet’ul-İslam (İslam’ın İspatlayıcısı)” olarak isimlendirilmiştir. Senegalli profesör bize Gazali’nin İslam aleminin fırtınalı zamanlarında yaşadığını, tıpkı bizim gibi mezhep çatışmalarından bezmiş olduğunu söylüyor. Bu yüzden Selçuklu Halifesi, Şafii ve Ehl-i Sünnet Eşari sınırlarını aştığı için ona sert muamelede bulunmuştu.
Oysa, vezir Nizam’ül Mülk, sapkınlıklara karşı ehl-i sünneti savunması için Gazali’yi Nizamiye Medreselerine profesör olarak tayin etmişti. Gazali, Diagne’in anlatısındaki anahtar figürdür çünkü İslam geleneğinin bir vasfı olan felsefeye karşı çifte ve çelişkili bir tutum sergiler. Bir yandan, kendisini, küfür olarak addettiği “felsefe”nin en büyük düşmanı olarak tanıtırken diğer yandan kendi düşüncesinde, felsefi (neo-platonik) kavram, yöntem ve sorulardan istifade eder.
Diagne’nin kitabında Gazali’ye iki bölüm ayırmasının sebebi budur. Birileri Gazali’yi felsefenin düşmanı olarak ele alır, diğerleri ise onu Orta Çağın en büyük filozoflarından biri olarak nitelendirir.
Diagne, Gazali’nin hayatında büyük dönüşüm geçirdiğini söylüyor. Gazali, belli bir noktada her şeyden şüphe etti. “Bilgi nedir?”, “Bir şeyi bildiğimizi ne zaman anlayabiliriz?”, “Aslında hiçbir şey bilmiyor olabilir miyiz?” gibi sorular sordu. Diagne’ye göre Gazali, Descartes’ın ilk felsefi düşüncelerini, şüphenin farklı aşamaları üzerinde çalışarak ve kuşku yöntemini kullanarak bir noktada deneysel gerçekliğimizin varlığını sorgulamayı umuyordu. Fakat Descartes’ın aksine, tümdengelimli akıl yürütmenin kesinliğine ulaşamadı ve onun düşünceleri felsefeyi reddetme ve sezgi kabiliyetinin akılüstülüğüne inanmakla sonuçlandı.
Bazen de Gazali’nin, felsefeye öldürücü darbeyi vuran kişi olduğu ileri sürülür. Fakat Diagne’ye göre bu inanılacak gibi değildir. Mevkisi ne kadar yüksek olursa olsun, tek bir kişi nasıl olur da bütün bir entelektüel çabayı durdurabilir? Unutmayalım ki büyük İslam filozoflarından biri olan İbn Rüşd henüz gelmemişti. Belki İbn Rüşd’ü, ölüm döşeğindeki bir geleneğin son şarkısı olarak düşünebiliriz. Bu doğru, çünkü İslam Felsefesi 13. yüzyıla kadar bir gerileme içerisindeydi. Bu iddianın bile, İslam Felsefesinin Şii dünyasında yaygınlaşmaya devam ettiğini (ki buna Molla Sadra’nın oldukça özgün felsefesini örnek olarak verebiliriz) kanıtlamaya yeterli olması gerekir.
Sömürgecilik ve İslam Reformizmi
İslami felsefenin son evresi, sömürgecilik ve İslami reformizmin İslami tepkisidir. Diagne ’e göre sömürgecilik, Müslüman aydınlar için bir uyanış çağrısı oldu. Muhammed İkbal, Afgani ve Abdu’l Raziq gibi düşünürler, İslami altın çağın karakteristiği olan dinamik açıklığa geri dönme özlemini dile getirdiler. İslam kültürüyle birlikte çok büyük bir şey meydana geldi ve onlar, İslami reformistlere göre yeniden felsefe yapma ihtiyacı hissettiler. İslam felsefesinin gerilemesiyle İslam kültürü, Diagne ’nin terimiyle “hareket ilkesi” ile irtibatını kaybetti. Kendi geleneğiyle tekrar bağ kurmasının tek yolu, insanların, İslam ’ın filizlenmesi olarak nitelendirilen felsefi düşünceye kendini açmasıdır. Diagne’e göre bu hareket halen devam ediyor.
Felsefi Geleneğin Birleştirici Diyaloğu
Diagne sözlerini, sadece Müslümanların tekrar felsefe yapmaya başlamaları değil, aynı zamanda Batı üniversitelerinin de İslam felsefesinin, modern ve çağdaş felsefenin yapı taşını nasıl oluşturduğu hususundaki anlatımını güçlendirmesi gerektiğini ifade ederek sonuçlandırır. İslam felsefesi, bir bütün olarak felsefi geleneğin ayrılmaz bir parçasıdır. Ona göre, felsefeyi benzersiz ve münhasır bir Avrupalı girişimi olarak takdim eden Avrupa merkezli Hegelci paradigmadan kurtulmak zorundayız. Bu açıdan anlatılan hikaye, felsefinin doğuşuyla ortaya çıkan “Yunan mucizesi”dir. Daha sonra bu çocuk, Ortaçağ Avrupasında skolastik geleneğin gözetimi altına alınıncaya kadar onu yetiştiren Romalılar tarafından evlat edinilmiş ve sonunda Avrupa modernizminde olgunlaşmıştır. Diagne, Avrupanın ve Müslümanların, Yunan felsefesinin ortak mirasını paylaştıklarını söyleyerek bu hikayeye karşı çıkar. Bu hikayede, İslam alemi Arupalılar için Yunan felsefesini koruyan pasif bir araçtan daha fazlasıdır. Felsefi projeyi zenginleştiren ve modern Avrupa felsefesini şekillendirmeye yardımcı olan özgün bir felsefe üretmiştir.
Bu kutuplaşma döneminde, bu kapsayıcı anlatımın gücünün oldukça net olduğunu düşünüyorum. Bu, İslam’ın temelde Batı ile çeliştiği, dolayısıyla Müslümanlarla birlikte yaşamanın imkansız olduğu şeklindeki baskın söyleme balta vurmaktadır. Bilakis, İslam medeniyeti Batı ile entelektüel değişimi yoluyla Avrupa düşüncesini şekillendirmeye yardımcı olan bir muhataptır. Yalnızca aralarında var olan ortak zemini kabul etmeye istekli olma koşulu ile Batı ile İslam’ın yüzyıllar boyunca sahip olduğu diyaloğu devam ettirmek mümkündür. Bir Müslüman, felsefenin geleneğine yabancı bir şey olmadığını ve değişim, açıklık ve eleştiri yeteneğinin kendi büyüklüğüne katkıda bulunduğunu kabul etmelidir. Ve yanındaki Avrupalı da, kendi büyüklüğünü modernite içinde getiren anlayışlara katkıda bulunduğunu ve Müslümanların Avrupalıların çağlar boyu topladığı bilgelikleri dinlemesi gereken bir pasif işçiden daha fazlası olduğunu kabul etmelidir.
Eğer Gazali, İslam’da felsefeye karşı ikili ve çelişkili bir tutumun örneğiyse, Diagne de bize getirdiği uzlaşmacı ve kapsayıcı anlatının örneğidir. O, Fransa’da felsefe okuyan ve şimdilerde Amerika’da ders veren Afrikalı bir Müslümandır. Yaşamında, içinde yer aldığı entelektüel girişimin kültürel olarak aşan doğasını yani felsefeyi temsil etmekte. Ortak ve kültürlerarası bir proje olarak felsefe öyküsüyle Diagne, bir yandan kendini bütün medeniyetlerin merkezi olarak tanıtan, diğerlerini, konuşulanları dinleyen ve konuşmasına izin verilmeyen pasif dinleyiciler olarak lanse eden Avrupa merkezli modernitenin Scylla’sı, diğer yandan farklı kültürlerin birbirine anlamlı bir şey söyleyemediği, tek çözümün mutlak ayrışma,soyutlanma ve sessizliğin olduğu, kıyaslanamazlığa uğrama riskine sahip olan post modernitenin Charybdis’i arasında bir denge kurabilir. Ancak Diagne’in ellerinde felsefe, ulusal, kültürel ve dini sınırları aşan sürekli bir diyalog haline gelir.
Hem ilk etapta, felsefe her zaman diyalog değil midir? Felsefi geleneğin temelinin oluşturan Platon’un diyaloglarını felsefe için paradigmatik yapan da bu değil midir?
Çeviri Hatice Çetin
Kaynak: https://www.mysalaam.com/23/04/2018.