Sophos Akademi

  1. Anasayfa
  2. »
  3. Uygulamalı Felsefe
  4. »
  5. Mill ve Rousseau’nun Kadına Yaklaşımları

Mill ve Rousseau’nun Kadına Yaklaşımları

Yüzyıllardır gelenekler, ataerkil toplum yapıları, kadına bakış açısını değiştirmenin ve geliştirmenin önünü kesmektedir. Ne kadar bir şeyler değişmiş görünse de yerleşik kadın ve erkek kodlarını çözmek ve kırmak sanıldığı kadar kolay değildir. Birçok düşünürün kafa yorduğu bu konuyla ilgili biz yazımızda iki karşıt görüşe sahip kişinin görüşleri üzerinde duracağız: Jean-Jacques Rousseau ve John Stuart Mill.

John Stuart Mill, 1806 yılında Londra’da dünyaya gelmiştir. İngiliz filozof ve politik ekonomist olan yazar ayrıca parlamento üyesi ve devlet memurudur. 19. yüzyılın önemli liberal düşünürlerindendir. Kadınlar hakkında da düşünmüş, yaklaşımlarını dile getirmiştir. Eşitlikçi ve özgürlükçü bir yaklaşım benimsemiştir. Kadınların özgürlüğü ve eşitliği hakkındaki düşünceleriyle feminizmi savunan ilk erkek olarak da anılmaktadır. Kadınlarla erkeklerin eşit olduğu savını kanıtlamaya çalışmıştır.

Mill ve Roussea Döneminde Kadının Durumu

Yaşadığı dönemin İngiltere’sinde kadınların hiçbir hakkı yoktu. Mülk sahibi olamazlar, miraslardan yoksun bırakılır, emeklerinin karşılığını alamazlardı. Bunların yanı sıra çocuklarının eğitim haklarında dahi sözleri bulunmamaktaydı. Oy kullanma hakkından da mahrumdular ve boşanmaları için parlamento kararı gerekliydi. Kadınların her zaman bir bağlayıcılığı bulunmaktaydı. En temel haklardan dahi mahrum bırakılmış, hiçbir konuda söz sahibi olamamışlardır. Kadınlar erkeklerin himayesi altında bir yaşam sürmeye mahkûm edilmişlerdi. Tüm bu durumlar Mill’e göre uygarlaşmanın ve toplumsal gelişmenin önündeki en önemli engellerden biriydi. Ona göre kadın ve erkek arasında bir ayrıcalık, birisinin diğeri üzerinde güç kullanma hakkı olmamalıydı. Kadın ve erkek arasında mükemmeliyetçi bir eşitlik ilkesi benimsenmesi gerektiğini savunmaktaydı. Bu şekilde toplumsal gelişimin önündeki en önemli engellerden birisinin ortadan kalkacağını düşünmekteydi.

John Stuart Mill: Kusursuz Eşitlik Arayışı

Kadın ve erkek arasındaki bu dengesizliğin en köklü sebeplerinden birisi yetiştirilme tarzı. Mill’e göre, kadınların bağımsız olmak, kendi kendine yetmek ve kendi başına karar verebilmek gibi insanı özerkleştiren özelliklerin aksine, en erken çağlardan beri itaatkâr bir karakterde yetiştirilmesi kadın ve erkek arasındaki eşitsizliğe sebep olmaktaydı. Erkekler bu özgüven ve bağımsızlıkla yetiştirilirken kadınlar tamamen bunlardan mahrum edilmişti. Bu da eşitsizlik ve dengesizliğe zemin hazırlamıştı.

Mill’in üzerinde durduğu diğer konulardan biri ise kadınların oy kullanma hakkıdır. Mill erkeklerin, kadınların doğası hakkında yeterli bilgiye sahip olmadıkları halde, bu bilgiye sahiplermiş gibi geleceklerini belirlemeye yönelik yasa yapma hakkını kendilerinde bulmalarının ve onların sosyal alandaki konumlarını belirlemelerinin yanlış̧ olduğunu söyler. Ona göre koşullar ne olursa olsun, sınırlar ne olursa olsun, erkeklerin oy hakkına sahip olması ve kadınların bu haktan yoksun olmasının haklı bir gerekçesi olamaz.

Mill’e göre, kadının doğasının bilinebilmesi, kadının erkeğe tabi olmadığı, tam bir eşitliğin sağlandığı toplumların oluşmasıyla mümkündür. Bu yüzden toplumda kusursuz bir eşitlik için kadınların da oy kullanma hakkına sahip olması gerektiğini savunmuştur. Mill; kadınların oy hakkı, iyi bir eğitim ve kendilerine kapalı olan iş alanlarına girme isteklerini, onların toplumdaki sosyal konumlarından memnun olmadığına kanıt olarak görmüştür.

Mill’e göre kadının erkeğe bağımlılığı sorununun diğer bir nedeni ailedir. Aileden gelen köklü ataerkil yetiştirme tarzı buna sebep olmaktadır. Bu yüzden Mill bu sorunu, kısa sürede çözülemeyecek kadar zorlu görür. Bu davanın zorluğu, toplumdaki geleneksel anlayış ve mevcut yerleşik kurumları koruyan inanç ve duyguların çok köklü ve derin olmasıyla birlikte daha birçok nedene dayanır. Mill’in yıllar önce savunduğu bu eşitlik serüveni hala daha tamamlanmış değildir ve savunduğu o kusursuz eşitlik anlayışına erişmek için çok daha yıllara ihtiyaç var gibi durmaktadır.

Jean Jacques Rousseau: Eşitsizliğin Kökeni

Mill gibi filozof ve yazar olan Jean Jacques Rousseau 1712 yılında İsviçre’de doğmuştur. Yaşadığı dönemde fikirleriyle dünya çapında büyük etki yaratmıştır. Eşitlik, özgürlük, egemenlik, birey, toplum, vatandaşlık gibi çok çeşitli alanlarda ortaya koyduğu görüşleri, kendisinden sonra gelen düşünürler üzerinde derin etkiler bırakmıştır. Siyaset teorisi ve eğitim felsefesi konularındaki görüş ve yazılarıyla adından söz ettirmeyi başarabilmiş özgürlükçü ve eşitlikçi bir yazar, düşünür ve siyaset bilimci olmuştur.

Fransız Devrimi’ne ilham kaynağı olan Rousseau, yazılarında sık sık vurguladığı eşitlik ve özgürlüğü erkekler arası kavramlar olarak görmüş ve kadının toplumun bağımsız bir bireyi olduğunu yadsıyarak kadını, erkeğin doğası gereği güçlü olmasından ötürü temel hak ve özgürlüklerinden menetmiştir. Kadının toplum içinde pasif ve zayıf kalması gerektiğini savunarak güçlü bir erkek toplumu hayali kurmuştur. Yazdığı “Emile” adlı kitabıyla büyük bir yankı oluşturmuştur. Bu kitap, eğitim bilimi alanında uygulamaya dönük kuramlar geliştirilmiş ilk yapıt olmasıyla önemli bir yere sahiptir. Kitapta eşitlik ve özgürlükten sıkça bahseden Rousseau, bu eşitliği ve özgürlüğü yalnızca erkekleri ele alarak değerlendirmiştir.

Kadın ve erkek hiçbir konuda bir tutulamaz

Rousseau, kadını erkeğe göre şekillendirmiştir. Kadın ve erkeğin yaratılışındaki farklılıkların toplumsal işlevlerinde de belirleyiciliği olduğunu savunmuştur. Yazar “kadınla erkek aynı şekilde eğitilemez” başlığı ile kadın ve erkeğin kendi cinslerine özgü bir eğitim anlayışı ile eğitilmesi gerektiğini vurgulamıştır. Rousseau’nun kitapta ağırlıkla vurguladığı gibi kadın için öngörülen işler aile ve toplum yaşamında kabullenilmiş bir algıya dönüşmüştür. Rousseau kadının var oluş sebebini açıklarken bir yandan da kadın için öngörülmüş görev ve sorumluluk alanlarını da belirlemiştir.

“Erkeklerin hoşuna gitmek, onlara faydalı olmak, kendilerini onlara sevdirmek ve saydırmak, küçükken büyütmek, büyüyünce onlara bakmak, nasihat vermek, teselli etmek, hayatı zevkli ve sevimli bir hale koymak …”

İşte kadınların görevleri her zaman bunlar olmuştur. En küçük yaşlardan itibaren kendilerine öğretilmesi gerekenler de bunlardan ibarettir. Kadınların sadece annelik ve kocalarına iyi bir eş olmak yönünde eğitilmesini yeterli görüyordu. Çünkü ona göre kadın erkekten daha az mantıklıydı ve var olmak için her zaman bir erkeğe ihtiyacı vardı.

Rousseau’ya göre kadın tek ve bağımsız bir birey değildi. Bu yüzden nasıl bir eğitim ve terbiye alması gerektiği de erkeğe göre belirlenmeliydi. Kadın eğitiminin bir başka alanı da dini eğitimdi. Rousseau, bu konuda da kadın ve erkeğin farklı şekilde eğitim almaları gerektiğine inanıyordu. Kadının erkeğe bağımlılığını din eğitimi konusunda da belirgin biçimde ifade eden kadınların dini konularda kendi kendilerine karar verecek durumda olmadıklarına inanan Rousseau, kız çocuğunun ailenin din anlayışı doğrultusunda eğitilmesi gerektiğini düşünüyordu.

Rousseau’ya göre çocuğun eğitiminde ön planda olan kişi de annedir. Kadın, anne olarak çocuğu, eş olarak kocasını sarıp sarmalamalıdır. Eğer kadın evde üstüne düşeni yapmazsa işler yolunda gitmiyor demektir.

Rousseau’ya göre erkeğin baba olabilmesi için önce kadının anne olması gerekmektedir. Aile ve sosyal yaşamda kadının önemini vurgular ve tüm sorumluluğu kadına yükler. Kadınları erkeklerin destekçisi olarak görür ve erkekler olmazsa kadınların var olamayacağını savunur. Buna dayanarak kadınlarda olması gereken özellikleri de sıralamaktadır.

Bunlardan en önemlisi Rousseau’ya göre uysallıktır. Erkeğin her söylediğine uyum göstermeli ve kabul etmelidir, sessiz kalmayı bilmelidir. Bunların yanı sıra kadın sade giyinmeli, küçük yaştan itibaren dini eğitim almalı, tatlı dilli olmalı ve kocası ne yaparsa yapsın onu hoşgörüyle karşılamalıdır. Rousseau’ya göre erkeklere ataerkil güç̧ doğuştan bahşedilmiştir. Kadın ise ehlileştirilmediği sürece toplum için bir düzensizlik kaynağıdır.

İki zıt görüş: Rousseau ve Stuart Mill

Bu iki kişinin kadınlar hakkındaki düşüncelerini incelediğimizde tamamen zıt görüşlere sahip olduklarını söylemek mümkündür. Mill mükemmeliyetçi bir kadın-erkek eşitliği savunurken, Rousseau yalnızca erkekler arasında olması gereken eşitliği ele almış, kadını sadece erkeğe göre konumlandırmış ve varlığını erkeğe bağlamıştır. Buna karşın Mill kadınları anlamak için tamamen erkek egemenliğinden ayrılmış, eşitlikçi bir düzeni savunmuştur. Günümüzde ne Mill’in savunduğu kadar mükemmeliyetçi bir eşitlikten söz edebiliriz ne de Rousseau’nun inandığı bir ataerkillikten.

Elif ERBAY

İlgili Yazılar

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir