Bazen, kullanımı doğal gelen araçlar veya teknolojiler için, “Bunu âdet edindim” ifadesi kullanılır. Örneğin, “Âdetim, cep telefonumu hep yanımda bulundurmak” veya “Arkadaşlarımla Facebook’ta buluşmayı adet edindim” tarzı cümleleri çok kullanıyoruz. Bu deyim, alışkanlık olmuş bir kavramı; doğal geldiği, mizacımıza uyduğu için yaptığımız, artık üzerinde düşünmediğimiz durumları tanımlıyor.
Facebook’ta bir şeyleri beğenmeyi, WhatsApp veya diğer mesajlaşma uygulamaları üzerinden görüntü ve video paylaşmayı, cep telefonundan sürekli ulaşılabilir olmayı adet edindik. Herkesin Google Haritalar’ı kullanmak; Apple iPhone sahipleri arasında Siri kullanımı âdete dönüştü. Artık sorgulamadığımız, üzerinde düşünmeden yaptığımız (nefes almak gibi “doğal” bir eylem addedilen) yerleşik alışkanlıklarımız, otomatik davranışlarımız, adet kapsamına giriyor. Teknoloji açısından bu durum en iyi haliyle bile çoktan delirtici sınırda: Cep telefonunuzu evde bıraktığınız halde kaç kez cebiniz titriyormuş gibi hissettiniz? Fakat üstel teknolojik değişim girdabına hevesle kapıldığımız bugünlerde, sayılan gittikçe artan birtakım teknolojinin mizaca dönüşmek için rekabet halinde olduklarını görebiliyoruz. Bunun çok büyük bir iş fırsatı olduğu aşikâr. “Yalnızca insan” olmanın yeterli olmadığı veya insan olmanın yalnızca çok külfetli geldiği durumlarda kendinizi geliştirmek ve arıtmak için neden teknolojiye başvurmayasınız ki? Neden teknolojiyi “mizacınız” haline getirip makineler ve insanlar arasındaki güç farkını eşitlemeyesiniz?
Teknolojik yollarla insanı geliştirme fikri, doğruca işletmelerin egemenlik sahasına düşüyor: Hayatımızı daha kolay hale getirmenin yanı sıra daha kuvvetli olma arzumuzu paraya dönüştürmek istiyorlar. Birçok kişi için Fitbits ve diğer sağlık izleme uygulamalarını kullanmak; kol saatlerine, giyilebilir bilgisayar aygıtlarına, ceketlerimize ve gömleklerimize gömülü algılayıcılar taşımak hâlihazırda “mizaca” dönüşüyor. (“Tabii ki tüm hayati fonksiyonlarımı takip ediyorum, tüm vücudumu gözlemliyorum; bu çok doğal bir şey,”) “Nicel benlik” denilen kavram her alanda yükseliyor, bu kavramın etrafında tamamen yeni endüstriler yaratılıyor. Bununla birlikte, çoğu zaman sunulan bu şeylerin, bizi er ya da geç nicel köleler haline getireceğinden yahut daha da kötüsü bizi “aptallaşmış benliklere” dönüştüreceğinden endişe ediyorum; düşüncelerim (ve hissiyatımızı) dış teknolojilere aktararak bilfiil kendimizi vasıfsızlaştırıyoruz. Bir düşünün, acaba başka hangi insanlık geliştirme yöntemleri kolaylıkla “bu olsa çok iyi olur” dan bir âdete, ardından insan mizacına dönüşebilir?
Zira yokluklarında yaşamayacağımız kadar iyi, neredeyse bedava, yaygın kullanımda olabilirler. Bu tür insan geliştirme teknolojileri listesinde, gerçekten oradaymışçasına başkaları ile iletişim kurabileceğimiz bir sanal uzaya, kendimizi yansıtabileceğimiz AG, SG ve hologram teknolojileri yer alıyor; Microsoft HoloLens de buna bir örnek teşkil ediyor. Bu araçlar bir müze ziyaretinde, başka yerdeki bir ameliyatta bulunmak isteyen doktorlara veya bir binaya giren itfaiyecilere çok yararlı olabilir. Fakat bence bunların mizaca dönüşme ihtimalleri bir kenara dursun, âdete dönüşme ihtimallerine bile direnmeliyiz.
Hataya mahal vermeyelim: Bu aygıtların, hizmetlerin ve platformların çoğu, biz (insan mizacı) ve onlar (adet) arasındaki farkı (ister açıkça ister kasıtlı isterse kazara) azaltmaya veya tamamen yok etmeye çalışıyor; çünkü bu amaca ulaşmak onları tümüyle vazgeçilmez kılacak, ticari açıdan paha biçilmez kılacak. Bu takip aygıtları ve uygulamaları olmadan nasıl sağlıklı bir insan olacağımı düşünemez hale gelir; bunlar yokken nasıl oluyor da yaşıyormuşuz diye sorarım! İşte bunu sordum mu vazifeleri tamam.
Teknolojinin adetten öteye geçmemesi gerektiğini savunuyorum. Gerçekten şu an bile ince buzun üzerinde yürüyoruz. Ne var ki mizaca (bize) dönüşen teknoloji aynı zamanda doğal insanın da teknolojisi olacak demek ki; bu kitapta bunun insanların mutluluğuna giden iyi bir yol olmadığını savunuyorum.
2016 tarihinde Nature Enstitüsü’nün yazar Stephen Talbott’la gerçekleştirdiği röportajdan aşağıdaki alıntı, karşımızdaki zorluğu çok iyi betimliyor:
“Bu teknolojilere karşı terazinin diğer ucuna belirgin, nitel, yerel, şimdi ve burada olana yüksek özeni koyarsak ancak dengemizi koruyabiliriz. Bildiğim kadarıyla önce Rudlof Steiner tarafından dile getirilmiş ilk genel kural şu: Makinelerin aracılık ettiği bir varoluşa kendimizi ne kadar adarsak, aynı kararlılıkla benliğimizin en üst bölgelerine de ulaşmaya gayret etmeliyiz. Aksi takdirde gitgide insanlığımızı yitiririz.”
Çevremizde her yerde üstel kazanımlar sağlandıkça, teknoloji kullanımımız da giderek artan oranda büyülüden delirticiye, ardından zehirliye dönüşebilir. Daha başta ne aradığımızı unutup bir saat internette bir şeyleri aramıyor, yeni bir uygulama ile uğraşmıyor muyuz? Tek tek bireylerin teknolojinin tavşan deliğinden aşağı düşmesi başka bir şey tamam ama tüm toplum bu tavşan deliğinde yaşamaya başlarsa ne olacak? Daha şimdiden internete, cep telefonlarına, buluta, botlarımıza, akıllı asistanlarımıza günbegün hangi benzersiz insani deneyimlerini teslim ediyoruz?
Büyülü ve delirtici arasındaki sınırların aşıldığı anları nasıl belirleyebiliriz? Delirtici ne zaman ve nasıl zehirliye dönüşüyor? Mesele yalnızca tek bir kişiyi değil, tüm bir toplumu teknolojinin zehirli etkilerinden arındırmaksa zehirli tanımı ne denli yeterli olacak? Techne nasıl sorusu kadar, kim sorusuna da yanıt vermeye başlayınca kendimizi uyandırabilecek takatimiz, benlik bilincimiz olacak mı?
Teknolojiye Karşı İnsanlık: İnsan ile Makinenin Yaklaşan Çatışması
Yazar: Gerd Leonhard
Hazırlayan: Elif Akçay
Katılmamak elde değil. Çok doğru.