Sophos Akademi

  1. Anasayfa
  2. »
  3. Uygulamalı Felsefe
  4. »
  5. Sevgi ve Bilgelik: Beyin Kimyası ile Felsefi Anlam Arasında

Sevgi ve Bilgelik: Beyin Kimyası ile Felsefi Anlam Arasında

Gel, gel, ne olursan ol, yine gel,
İster kafir, ister mecusi,
İster puta tapan ol, yine gel,
Bizim dergahımız, ümitsizlik dergâhı değildir,
Yüz kere tövbeni bozmuş olsan da, yine gel…
Şu toprağa sevgiden başka bir tohum ekmeyiz biz…
Beri gel, beri! Daha da beri! Niceye şu yol vuruculuk?
Mademki sen bensin, ben de senim, niceye şu senlik benlik…

Sevgi: İnsanlığın Ortak Paydası

Sevgi, insan ruhunun en derin ve en anlamlı deneyimlerinden biri olarak, yüzyıllardır filozoflar, şairler ve düşünürler tarafından araştırılmış ve tanımlanmıştır. Bu düşünürlerin arasında, 13. yüzyılın büyük tasavvuf şairi Mevlâna Celaleddin Rumi, sevginin en yüksek formunu ve derin anlamını ortaya koyan en önemli figürlerden biridir. Mevlâna,“Sevgi, her şeyin anahtarıdır” derken, insan ruhunun sevgiyle dolu bir varoluş biçimini keşfetmesini teşvik eder.

Onun eserlerinde, sevgi, yalnızca romantik bir duygu değil, aynı zamanda bir arınma, kendini aşma ve ilahi bir bütünlük arayışıdır. Rumi’nin ” Ne olursan ol, gel” ifadesi, sevginin evrensel doğasını ve kabulleniciliğini mükemmel bir şekilde özetler. Sevgi, tüm insanları birbirine bağlayan bir enerji kaynağıdır; bu bağ, yalnızca bireysel mutluluğumuzu değil, aynı zamanda toplumsal birliği ve huzuru da besler[i].

Bu yazıda, sevginin hem bilimsel hem de felsefi boyutlarını ele alarak, beyin kimyasıyla başlayan bu derin duygunun, Rumi ve diğer önemli düşünürlerin ışığında nasıl bir anlam kazandığını araştıracağız. Ayrıca, sevginin karmaşık doğası, acı ve mutluluk arasındaki dengesi ve ruhsal boyutu üzerinde de duracağız.

Bilimsel Temel: Beyin Kimyası ve Psikoloji

Sevgi, insanlık tarihinin en karmaşık ve en derin duygularından biridir. Bu karmaşık his, bireylerin birbirleriyle kurduğu bağlantılardan, kendilerini aşan evrensel bir bağlılık hissine kadar uzanan geniş bir yelpazeye sahiptir. Sevgi, sadece bir duygu değil; aynı zamanda biyolojik, psikolojik ve ruhsal boyutları olan bir deneyimdir. Aşkın fenomeni, limbik sistemin aktivasyonu ile karmaşık nörobiyolojik süreçler sonucu oluşur ve bu süreçler oksitosin, vazopressin, dopamin, serotonin gibi kimyasalların işlevleriyle yakından ilişkilidir. Bu kimyasallar, beynin ödül ve bağlanma sistemlerini etkileyerek, aşk ve sevgi ilişkilerinde tutku, bağlılık ve mutluluğun oluşmasını sağlar. Oksitosin, dopamin ve serotonin gibi nörotransmitterler, sevgi hissinin oluşmasında merkezi bir rol oynar. Oksitosin, bağlanma ve güven duygusunu artırarak, özellikle annelik ilişkisi gibi derin bağların oluşmasını sağlar. Dopamin, ödül sistemimizi aktive ederek, sevgi dolu ilişkilerin keyfini çıkarma isteğimizi artırır. Serotonin ise ruh halimizi düzenleyerek, genel mutluluk ve memnuniyet hissini besler. Nörobiyolojik süreçlerin yanı sıra, aşkın farklı evreleri (romantik aşk, cinsel aşk, ebeveyn sevgisi) de nörokimyasal farklılıklar gösterir. Örneğin, oksitosin ve vazopressin, özellikle bağlanma ve sosyal ilişkilerde önemli roller oynar. Aynı zamanda aşkın duygusal deneyimi sırasında prefrontal korteksin ve amigdalanın etkinliği de bu süreçte önemli bir yer tutar.

Bu kimyasal etkileşimlerin yanı sıra, beyin görüntüleme teknikleri kullanılarak yapılan araştırmalar, sevgi anında hangi beyin bölgelerinin aktif hale geldiğini de göstermiştir. Örneğin, ventral tegmental alan (VTA), sevgiliye duyulan aşk sırasında aktivite gösterirken, bu alanın uyarılması kişide mutluluk hissini artırır. Ayrıca, prefrontal korteks gibi bölgeler de sosyal ilişkilerdeki karar verme süreçlerinde ve empati kurma yetisinde rol oynar[ii].

Psikoloji, sevginin bireyler arası dinamiklerini inceleyerek, ilişkilerin nasıl şekillendiğini anlamaya çalışır. Bağlanma teorisi, sevginin, bireylerin birbirleriyle kurduğu duygusal bağlantıları ve bu bağlantıların bireylerin yaşamları üzerindeki etkilerini açıklar. Güvenli bağlanma, sağlıklı ve sevgi dolu ilişkilerin temelini oluştururken, güvensiz bağlanma bireyler arası çatışmalara ve kopmalara yol açabilir. John Bowlby ve Mary Ainsworth tarafından geliştirilen bu teori, sevginin yalnızca romantik ilişkilerde değil, tüm insan ilişkilerinde ne kadar merkezi bir rol oynadığını vurgular. Nörobiyoloji, sevginin kimyasal ve fizyolojik süreçlerini açıklarken, felsefe ve ruhsal yaklaşımlar, bu duygunun insana kattığı manevi ve varoluşsal anlamı keşfetmemizi sağlar[iii].

Aşkın Nörobiyolojisi ve Felsefe [iv]

Sevgi, yalnızca kalp ve ruhla ilişkili bir duygu olarak düşünülmez; aynı zamanda beynin kimyasal süreçleri tarafından yönlendirilen karmaşık bir fenomen olarak da ele alınır. Nörobiyolojik perspektifte, aşk ve sevgi, beyin kimyasallarının ve hormonların etkinliğiyle şekillenir. Dopamin, ödül sistemini aktive ederek sevgi ve bağlılık hislerini güçlendirir. Oksitosin ve vazopressin ise sosyal bağlanmayı destekleyerek, insanları duygusal açıdan birbirine yaklaştırır. Bu nörobiyolojik temeller, aşkın biyolojik işleyişini anlamamıza yardımcı olurken, felsefi bakış açıları bu duygunun derinliğini ve insan deneyimindeki yerini sorgular. Platon ve Aristoteles gibi filozoflar, sevginin ruhun yücelmesine ve bilgeliğe ulaşmasına nasıl katkı sağladığını tartışmıştır. Platon’un “Eros” kavramı, aşkı yalnızca bedensel arzu ile değil, aynı zamanda ruhsal yükseliş ve hakikate ulaşma yolu olarak görür [v].

Hegel’in diyalektik düşüncesi, sevgi ve acı arasındaki zıtlıkların nasıl birbirini tamamlayarak daha yüksek bir gerçeklik oluşturduğunu anlamada oldukça faydalı bir felsefi çerçeve sunar. Hegel, tüm gerçekliğin sürekli bir gelişim ve ilerleme süreci olduğunu savunur. Bu süreç, karşıt güçlerin çatışması ve bu çatışmadan doğan bir sentezle ilerler. Sevgi de bu gelişim sürecinin bir parçası olabilir; içinde barındırdığı zıtlıklar (mutluluk ve acı) sayesinde evrilir ve daha olgun bir hal alır. Bu süreci sevgi bağlamında ele alırsak, sevginin ideal bir durumdan (mutluluk, huzur) acı ve hayal kırıklığıyla (kaybetme korkusu, kıskançlık) sınandığını ve bu sınavların sonucunda daha olgun, daha gerçek bir sevgiye dönüştüğünü görebiliriz. Acı, sevginin içindeki bu diyalektik sürecin bir parçasıdır ve sevginin derinleşmesine katkıda bulunur. Hegel’e göre, diyalektik süreç sonsuz bir evrimdir; her sentez yeni bir tez haline gelir ve bu da yeni bir antitezle çatışarak daha yüksek bir senteze ulaşır. Sevgi bağlamında bu, sevginin sürekli olarak gelişen bir duygu olduğu anlamına gelir. İlk başta saf bir mutluluk getiren sevgi, zamanla karşılaşılan zorluklar ve acılarla sınanır, bu acılar sevginin gerçek değerini ortaya çıkarır. Ancak bu süreç sonsuzdur; her seferinde sevgi yeniden sınanır ve yeniden evrilir.

Platon’un Sevgi Anlayışı: Eros’tan Agape’ye

Platon, sevginin doğasını iki temel boyutta inceler: Eros (cinsel aşk ve arzu) ve Agape (koşulsuz, ruhsal aşk)[vi]. Symposium adlı eserinde [vii], Eros, ilk başta fiziksel ve bedensel arzuya dayansa da, Platon’a göre bu, sevginin yalnızca başlangıç aşamasıdır. Eros, bireyi daha yüksek hakikatlere ve soyut kavramlara yönlendiren bir sevgi biçimidir.[viii]Burada Platon, fiziksel güzelliğin zamanla bireyi hakikatin, iyiliğin ve ruhsal güzelliğin peşine düşmeye teşvik eden bir araca dönüştüğünü savunur. Sevgi, ruhun özünde bir arayış ve mükemmellik peşinde koşma isteğidir; nihai amacı, ruhun en yüce hakikatlere ulaşmasıdır. Sevgi, Platon’un felsefesinde, bireyi maddi olandan soyut güzellik ve bilgelik arayışına yönlendiren bir köprü görevi görür[ix].

Aristoteles ve Erdemli Yaşamda Sevgi

Aristoteles ise sevgiyi daha pratik ve toplumsal bir bağlamda ele alır. O, sevginin ahlaki erdemlerle derin bir ilişki içinde olduğunu savunur ve bunu dostluk (philia) kavramı üzerinden açıklar. Nicomachean Ethics eserinde, sevgi üç ana kategoriye ayrılır: fayda için sevgi, haz için sevgi ve erdem için sevgi. En değerlisi olan erdem için sevgi, bireylerin birbirlerini ahlaki açıdan geliştirmeye ve desteklemeye yönlendirdiği bir sevgi türüdür. Bu tür sevgi, insanları yalnızca kişisel çıkarlar ya da haz arayışı için değil, birbirlerinin erdemli olma yolundaki çabalarını desteklemek için bir araya getirir. Aristoteles’in sevgi anlayışı, daha çok toplumsal dayanışma ve bireylerin ahlaki olgunlaşmasına hizmet eder[x].

Kierkegaard ve Koşulsuz Sevgi: Agape

Søren Kierkegaard, sevginin dini ve manevi yönünü derinlemesine incelemiştir[xi]. Kierkegaard’ın sevgi anlayışında, sevgi, Tanrı ile olan ilişki ve inançla derin bir bağlantı içindedir. Ona göre, agape yani karşılıksız sevgi, insanın diğerine hiçbir kişisel beklenti ya da çıkar gözetmeden yönelmesi gerektiği bir erdemdir. Kierkegaard, koşulsuz sevginin, insanın maneviyatında önemli bir gelişim aracı olduğunu savunur. Bu sevgi türü, kişisel arzuların ötesine geçerek, özveri ve fedakârlık üzerine kurulu bir ahlaki sorumluluğu ifade eder. Onun felsefesinde, bu tür sevgi insanı Tanrı’nın sevgisini deneyimlemeye ve manevi olgunlaşmaya yaklaştıran bir araçtır[xii].

Nietzsche ve Sevginin Güç İstenci

Friedrich Nietzsche ise sevgiye daha karmaşık ve bazen karanlık bir bakış açısı getirir. Nietzsche’ye göre sevgi, bireyin “güç istenci” ile yakından ilişkilidir. Ona göre sevgi, sahiplenici, hatta yıkıcı olabilir çünkü insanlar, sevdikleri kişiyi kendi isteklerinin bir uzantısı olarak görme eğilimindedir. Bu nedenle Nietzsche, sevginin bazen bencil ve kontrol arzusuna dayalı olabileceğini savunur. Bireyler, sevdikleri kişiyi tam olarak olduğu gibi kabul etmek yerine, onları şekillendirme ve yönlendirme ihtiyacı hissederler. Bu da sevginin tehlikeli ve zorlayıcı bir yönünü ortaya çıkarır. Nietzsche’nin sevgi anlayışında, aşk, bireyin kendi potansiyelini gerçekleştirme ve dünyaya hükmetme arzusuyla iç içe geçmiştir.[xiii]

Fromm’un Sevgi Sanatı

Erich Fromm, sevgiye dair modern yaklaşımlar arasında önemli bir yere sahiptir. Fromm, sevginin bir beceri olduğunu ve bu becerinin öğrenilmesi gerektiğini savunur. Ona göre sevgi, pasif bir duygu ya da yalnızca bir arzu nesnesi değil, aktif bir üretim sürecidir. Fromm, sevginin dört temel bileşeni olduğunu söyler: ilgi, sorumluluk, saygı ve bilgi. Modern toplumda, bu bileşenlerin çoğunun göz ardı edildiğini ve sevginin bir sanat olarak yitirilmiş olduğunu vurgular. Sevgi, Fromm’a göre, bireyler arasında sadece duygusal değil, aynı zamanda bilinçli ve sorumluluk dolu bir bağ kurma yetisidir. Bu bağ, bireyleri daha yüksek bir olgunluk ve anlayışa ulaştırır.

Ruhsal Boyut: Sevginin Manevi Anlamı

Ruhsal açıdan ele alındığında, sevgi, insanın maddi ve biyolojik varlığının ötesinde, manevi bir deneyim olarak karşımıza çıkar. Tasavvuf geleneğinde, sevgi, ilahi bir kaynak olarak görülür. Rumi’nin eserlerinde, sevgi, insanı Tanrı’ya yaklaştıran bir yol olarak tanımlanır. Rumi’ye göre, sevgi Tanrı’nın insana verdiği en büyük lütuftur ve bu lütuf, insanın ruhunu arındırarak onu daha yüksek bir bilinç düzeyine ulaştırır.

Sevginin ruhsal boyutu, bireyin kendisini aşarak evrensel bir bütünlük arayışına girmesini sağlar. Rumi’nin “Ne olursan ol, gel” çağrısı, sevginin ayrım yapmadan her varlığı kabul eden evrensel bir güç olduğunu hatırlatır. Budizm gibi öğretilerde de bu evrensel sevgi vurgulanır; birey, tüm canlılara karşı sevgi ve şefkat besleyerek içsel huzura ulaşır.

Sevginin Acı ve Mutluluğundaki Derinlik

Sevgi, yalnızca mutluluğu değil, aynı zamanda acıyı da içerir. Birçok insan, sevginin acı veren yönleriyle yüzleşir; kayıp, ayrılık ve hayal kırıklığı gibi durumlar, sevginin kaçınılmaz bir parçasıdır. Ancak bu acı, ruhsal bir dönüşümün kapılarını açabilir. Rumi’nin de belirttiği gibi, “Aşk, seni olgunlaştırır. Yanarsın, pişersin ve olursun.” Bu süreç, bireyin kendini tanımasına ve içsel bir gelişim yaşamasına yardımcı olur.

Sevginin acı veren yönü, bireyi daha derin bir anlayışa ve empatiye yönlendirir. Acı, sevginin bir sınavı olarak kabul edilebilir ve bireyin ruhsal olarak daha derin bir dönüşüm yaşamasına yardımcı olur. Bu bağlamda, acı, sevginin derinliğini artıran bir unsur olarak değerlendirilebilir. Sevgi, insanı dönüştüren ve ruhsal olarak olgunlaştıran bir deneyimdir.

Sevgi, Bilim ve Felsefenin Kesişimi

Sonuç olarak, sevgi, yalnızca bir duygu değil, aynı zamanda insan deneyiminin merkezinde yer alan karmaşık bir olgudur. Bilimsel araştırmalar, sevginin beyin kimyası ve psikolojik etkileri üzerine önemli bilgiler sunarken, felsefi düşünceler, sevginin varoluşsal anlamını ve derinliğini sorgulatır. Ruhsal boyut ise, sevginin insanı aşan, manevi bir deneyim olarak nasıl anlam kazandığını ortaya koyar. Sevgi, bu üç boyut arasında derin bir etkileşim ve bağlantı kurarak, insanları hem bireysel hem de evrensel düzeyde birbirine bağlar. Sevgi, bizi insan yapan, derin anlam arayışımızda yol gösteren ve ruhsal olarak olgunlaştıran en önemli duygudur. Bu çok boyutlu deneyim, insanın kendisiyle ve evrenle olan ilişkisini şekillendirir, bireyi dönüştürür ve varoluşsal bir anlam kazandırır[xiv].

Sevgi, birleştirici, ayırıcı ve olgunlaştırıcı yönleriyle insan hayatının en karmaşık ve derin duygularından biridir. Kendi düşüncelerinizi derinleştirerek ifade edecek olursak, sevgi sadece anlık bir duygu değil, zamanla olgunlaşan, kök salan ve bireyler arasında kalıcı bağlar oluşturan bir deneyimdir. Bu süreçte sevgi, her ne kadar acı verici, zorlayıcı ya da insanları ayırıcı görünebilse de, gerçekte insanın zihinsel ve ruhsal olgunlaşması için gerekli bir adım olabilir.

Gerçek sevgi, hem bedeni hem de ruhu dönüştürür, bu dönüşüm sürecinde bazen derin acılar yaşanır. Ancak bu acılar, sevginin kalıcı bağlar ve gerçek bağlılık getiren olgunlaştırıcı gücünden kaynaklanır. Bu noktada, sevginin ayırıcı olduğu durumlarda bile, insanın kendini daha derin bir şekilde tanımasına ve büyümesine yol açtığını söyleyebiliriz. Sevginin içindeki zıtlıklar mutluluk ve acı, bağlılık ve ayrılık aslında onun bir bütün olarak insana kattığı anlamı oluşturur.

Gerçek sevgi, bireyleri incitmek yerine onları dönüştüren, yücelten ve geliştiren bir güçtür. Eğer sevgi fiziksel ya da ruhsal zarar veriyorsa, bu tür bir ilişkinin sevgi olmadığı ve gerçek bağlılık ile ilgisi bulunmadığı savunulabilir. Nietzsche gibi düşünürler, sevginin bazen kontrol arzusuna dayalı olduğunu savunsa da, Erich Fromm‘un sevgi anlayışı, sevginin bilinçli, sorumluluk ve saygıya dayalı aktif bir üretim süreci olduğunu savunur. Bu bakış açısı, sevginin sağlıklı ve yapıcı olması gerektiğini destekler. Kendisi şöyle der:

“Bir insanı hiçbir sebep yokken, yüreğinizde sıcacık hissediyorsanız, işte bu, gerçek sevgidir.”

Sonuç olarak, gerçek sevgi, insanın ruhsal ve zihinsel olarak büyümesine katkıda bulunan, acı verici olsa bile dönüştürücü bir süreçtir. Sevginin birleştirici ve olgunlaştırıcı gücü, bireylerin kendilerini daha derin bir şekilde tanımalarını sağlar, onları daha olgun ve anlayışlı bireyler haline getirir. Zihinsel ve ruhsal bir bağın oluşması, sevginin kalıcı ve anlamlı olmasının temel taşlarından biridir.

“Sevmek kendini karşılıksız olarak adamak, sevgimizin sevilen kişide de sevgi oluşturacağı ümidini taşımak demektir. Sevgi bir inanç eylemidir. İnancı az olanın sevgisi de azdır.”

Neslihan KÖŞGER

Kaynaklar

[i].          Kayadibi, F. (2007). Mevlana’da sevgi, birlik ve barış. Journal of Istanbul University Faculty of Theology, (16), 1-20.

[ii].          Tufan, A. E., & Yaluğ, İ. (2010). Aşk fenomeni ve sevgi ilişkilerinin nörobiyolojisi. Psikiyatride Güncel Yaklaşımlar, 2(4), 443-456.

[iii].         Demirdağ, M. F. (2017). Bağlanma Teorisi’nin Kökenleri: John Bowlby ve Mary Ainsworth. Düzce Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 1(2), 76-90.

[iv].         Cordner, C. (2011).  Felsefi Düşüncede İki Sevgi Kavramı. SOPHIA 50, 315–329 https://doi.org/10.1007/s11841-011-0238-4

[v].          Alexander Boyarin, Daniel, ‘Platonik Aşk Hakkında Konuştuğumuzda Ne Hakkında Konuşuyoruz?’, Virginia Burrus ve Catherine Keller (eds), Eros Teolojisine Doğru: Disiplinin Sınırlarında Tutkuyu Şekillendirmek, Disiplinlerötesi Teolojik Kolokyum (New York, NY, 2007; çevrimiçi edn, Fordham Scholarship Online, 10 Mart 2011), https://doi.org/10.5422/fso/9780823226351.003.0001, erişim 7 Ekim. 2024

[vi].       Schindler, D. C. (2007). Plato and the Problem of Love: On the Nature of Eros in the Symposium. Apeiron, 40(3), 199-220.

[vii].       Reeve, C. D. C. (Ed.). (2006). Plato on Love: Lysis, Symposium, Phaedrus, Alcibiades, with Selections from Republic and Laws. Hackett Publishing.

[viii].       Reeve, C. D. C., “Plato on Friendship and Eros”, The Stanford Encyclopedia of Philosophy (Summer 2023 Edition), Edward N. Zalta & Uri Nodelman (eds.), URL = <https://plato.stanford.edu/archives/sum2023/entries/plato-friendship/>.

[ix].         Hunter, Richard, 2004, Platon Sempozyumu, Oxford: Oxford Üniversitesi Yayınları.

[x].          Price, A., 1989, Platon ve Aristoteles’te Aşk ve Dostluk, Oxford: Clarendon Press.

[xi].         https://en.wikiquote.org/wiki/Works_of_Love_(Kierkegaard) . Erişim 7 Ekim. 2024

[xii].        M. J. Ferreira. (2001). Aşkın Minnettar Çabası: Kierkegaard’ın Aşk Eserleri Üzerine Bir Yorum. https://books.google.com/books?id=ZS8OHu1yv8IC&q=love%27s+grateful+striving

[xiii].        K.Markus. (2013). Kierkegaard and Nietzsche’, in John Lippitt, and George Pattison (eds). The Oxford Handbook of Kierkegaard. https://doi.org/10.1093/oxfordhb/9780199601301.013.0022

[xiv].        Moseley (2024) https://iep.utm.edu/love/. Erişim 7 Ekim. 2024

 

 

İlgili Yazılar

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir