Felsefe tarihçileri için Hegel, Heidegger ve Derrida’yı aynı terimlerle karşılaştırmak neredeyse imkansızdır. Savundukları felsefi fikirlerin farklılığı hatta Derrida söz konusu olduğunda karşıtlığı, bu imkansızlığın başlıca dayanağıdır. Fakat bu metinde üç filozof, birbirinden ödünç alınan terimlerle karşılaştırılmaktadır. Böylece Batı metafiziğinin lehte ya da aleyhte fark etmeksizin, aynı felsefe lügatı ile çalıştığına bir kanıt oluşturabiliriz. Böylece postmodernizmin çalışma prensiplerini de açıklamış oluruz.
Derrida: Yapı, Merkez ve Merkezsizlik
Derrida’ya göre yapı, Batı epistemolojisinde kökleşmiş bir şeydir, kökensel değil. Yapı kavramı, merkez (orijin) ve mevcudiyet (presence) kavramları ile ilişkili biçimde ortaya çıkıyor. Her yapı, bir merkez içerir veya merkezsiz bir yapı düşünülemez. Yapı bütünün merkezindedir fakat merkez yapıya ait değildir. Aksine yapı, merkeze aittir. Çünkü yapıyı kendi etrafında ören merkezin kendisidir. Yapı; olayın, kopuşun ve çifte katlanışın dışsal biçimidir. Böylece yapı, merkezin dışsallaşma aracı oluverir.
Heidegger’in terimlerini yurtsuzlaştırarak söyleyeyim: Yapı, merkezin kendini açma biçimidir.
Platon’a telmihen söyleyeyim: Her fenomen, olan biten her vaka, yazılıp çizilen her metin belli bir ideanın yansımasıdır.
Örneğin din, “Tanrı” ideasının çerçevesidir. Zaten Derrida’ya göre merkez, tözsel, mutlak veya aşkınsal olduğu idda edilen bir kavramdan ibarettir. Her sistem, merkezi bir kavramın etrafında, o kavrama çevre oluşturacak bir peyzaj çalışmasında ortaya çıkarılmıştır. Bir mutlak kavram etrafından şekillendirilen her sistem, kavramın merkezileşmesini de sağlar. Kavram, başlangıçta lugatta bir sözcük iken bir terime, daha sonra ise yazılan bir metinde kavrama dönüşür. Bu, lugattan metne, metinden felsefi sisteme aktarılan kavramın merkezileşme serüvenidir.
Bir yapı yapılmış bir kurguysa eğer, kökensel de değildir. Yapıyı kendi etrafında, kendini görünür kılmak için inşa eden merkez, yapının yapıntısallığının kökensel veya tözsel niteliğini kaybeder. Yapı analizi, bizi merkezi kavramlara ulaştırması beklenirken merkezin merkezde bulunmayışı ile karşı karşıya getirir. Merkez, yapı sökümde merkeziliğini kaybeder. Yapı söküm bir yönüyle de merkezsizleşme işlemine tekabül eder. Merkez, başka merkezler ve çok merkezlilik tarafından yerinden edildiği kadar, yapı-söküm tarafından da yerinden edilir, rahatsız edilir.
Derrida’ın terimleriyle söyleyeyim: Merkez aslında merkez değildir.
Merkez, inşa ettiği yapı içinde merkezileştirilmiştir. “Metnin dışı yoktur” ya da “Metnin dışında hiçbir şey yoktur” diye yazar Derrida. Her anlam, her yargı, her değer metinler tarafından metinsellik (textuality) tarafından yaratılır.
Heidegger terminolojisiyle söylemek mümkün olsaydı şöyle söylerdim: Varlık, metinsellik potansiyeli tarafından varoluşa getirilir.
Yapının yapısallaşması, eş zamanlı işleyen bir merkezsizleşme sürecidir de. Yapının yapısal olduğu, yani yapılmış bir şey olduğu düşünülmeye başlandığında, yapıdan ve onun merkeziliğinden kopuş da başlar. Yapı-sökümdeki kırılma anı budur. Örneğin yasanın yasa yapıcı tarafından yapılmış bir metin olduğunun fark edilmesi bir dizi olayı tetikler. Kendisine uyulan metinlere karşı çıkışı, yasaların değiştirilebilir oluşunun keşfedilmesini ve değişimi başlatır. İşlevini yitiren metinlerin değiştirilmesinin dilbilimsel, psikolojik ve felsefi koşulları hep birlikte böylece olgunlaşır.
Merkezsizleşme, tüm sistemlere bir meydan okumadır. Söylem, merkezin olmadığının bir göstergesidir ve merkezsizleşme ile birlikte mevcut olur. Merkezsizleşme ise şu adamların dönemine aittir: Nietszche, Freud, Heidegger…
Yapının yapısallığını gösterecek metnin dışında dışsal bir kanıta sahip olmayışımız, kuantum kuramını betimleyebilecek yeni bir dile gereksinim duyulduğu halde henüz o dile sahip olmayışımıza benzer. Duyu organlarımız yanılır ve biz bu yanılgıyı yine duyu organlarımızın düzeltmesi yoluyla biliriz.
Gösterge, bir imge olarak sahneye çıkarak mevcudiyet metafiziğini sarar. Gösterge hiç zorlanmaksızın “duyulabilir – duyumsanabilir” ile “bilinebilir – idrak edilebilir” arasındaki ayrımı sürdürür; bu ayrımı ortadan kaldırmak yerine ayrımdan hareketle karşıtlığı gösterir. Gösteren ile gösterilen arasındaki fark korunduğu müddetçe göstergenin bağlamsallığı da muhafaza edileceğinden merkezin kurmaca oluşu da teminat altında tutulur.
Merkezsizleşme temasının izini birkaç noktada sürer Derrida. Örneğin epistemik söylemden vazgeçme ediminde, merkezin yokluğunda, öznenin veya yazarın yokluğunda. Geleneksel felsefenin ötesine geçiş, hep geleneksel biçimde yapılmış olan felsefeden de vaz geçiş biçiminde.
Derrida: Supplement, Differ ve Differance
Suplement (ek), ikame yahut da anlamlandırma fazlalığıdır. Sözcükler ek alır ve başka bir sözcüğe dönüşürler, tıpkı imge ve ikonların yeni eklerle başkalaşması gibi. Geleneksel felsefe, niteliklerin ve özelliklerin tözsel özlere yükler. Elbise bedene ektir, beden ruha ektir; kirpik göze, kaş yüze ektir. Organlar bedene ektir. Ekleri çıkardığımızda Batı metafiziğine göre geriye töz kalır. Derrida ise her şeyin ekleme-çıkarma ile üretildiğini düşünüyor.
Türkçe gibi sondan eklemeli diller, ek meselesini daha kolay anlamamızı sağlar. Örneğin sağ sözcüğüne ilave ettiğimiz “-la” eki, yön gösteren “sağ” sözcüğünü “sağlamak” gibi anlamca farklı bir fiile dönüştürür. “-r” eki ise emir kipini “sağlar” şeklindeki geniş zaman kipine dönüştürür. Derrida’nın bizi uyandırdığı nokta şurasıdır: S, a, ğ, l, a, r gibi harflerin tek başlarına bir anlamının bulunmayışıdır. Metin, harfleri bir araya getirirken hem fiil aktif olur ve differ (farklılaştırmak) gerçekleşir hem de isim aktif olur ve differance (fark) gerçeleşir. “S-a-ğ-l-ı-k” gibi altı harfi yan yana getirdiğimizde oluşan göstergede beliren anlam, hemen ardından gelecek ekler (suplement) ile yok edilebilir. Örneğin “Sağlık-sız”.
Ekler zamanla asılın yerini tutar. Göstergeler sisteminde “sağlık” sözcüğü bir gösteren olarak “genel iyi olma hali”ni gösterir. Fakat sentaks, semantiği domine eder; ek zaman içinde asıl ile yer değiştirir, asıl olanı görünmez ve okunmaz hale getirir. Aslolan sağ mı yoksa sağlık mı olduğu belirsizleşir. Belirginleştirmek için yapabileceğimiz tek şey, metnin bağlamını yeniden okumaktır. Öyleyse sağ sözcüğü, kendi başına kesin ve sabit olarak hiç bir şeyi imlemez.
Differance, sunan ile sunulan ayrı şeyler. Bu “differ”de anlaşılır hale gelir: Özdeş olmayan açığa çıkar. Differ, sözcüklerdeki anlamın zamansallaşma ve uzamsallaşma mekanizmasını işletir. Differance’ta ise dil ekonomisi fiili haldedir ve bir ikili anlam içerilir. Nietzsche, Freud ve Heidegger… Bu üçlü, sunumu (açığa çıkışı) sorunsallaştırdılar, “Ulaşılabilecek somut bir mevcudiyet yoktur!” diyerek. Differance, temsil veya ikamenin mümkün olmayışıdır.
Differance, bir metnin içinde bastırılmış olanı açığa çıkarmaya yarar. Differance, ayrım hatta fark mevcut olmasaydı ne bastırma ne açığa çıkarma fiili hale gelebilirdi. Her metin bir gösterendir; differance ise bir işleyiş, bir süreçtir metnin gösterdiğini açığa çıkaran. Psikanalizdeki olay çözümlemeyi de felsefedeki metin çözümlemeyi de mümkün kılan imkan, anlamın ve zamanın bastırılmış olmasıdır. Her ikisinde de zahirden batıne, görünenden biline, aleniyetten mahremiyete doğru gitmek gerekir.
İşte, eski şarapları yeni fıçılara koyan postmodern felsefe bu: Temellendirme alışkanlığından kurtulmuş bir felsefe.
Felsefi metinler artık sadece kendilerini gösteriyorlar. Burada uzaktan olay ufkuna giren paradoks ise dilin eleştirisinin yine dille mümkün oluşudur.
Bugünkü felsefi yaklaşımda ayrım, varlığın oyununu başlatır, tıpkı antik düşüncede boşluğun varlıktaki devinimi mümkün kılması gibi. Aristoteles’i referans verdiğimde, ayrım-oyun ilişkisinin geleneksel felsefe okuru için analojik bir tanıdıklık kazandığından eminim. Tekrar söyleyeyim: Ayrım, varlığın oyununu başlatır.
Heidegger’de Varlık’ın Unutuluşu
Dikkatimizi var olana, elimizde mevcut olana, stokta tuttuklarımıza, erişilebilir ve kullanılabilir, istimlak edilebilir ve tüketilebilir, üzerinde muktedir olduğumuz mülkiyete yönelttiğimizde “Var”ı unuturuz. Unuttuğumuz varlık, büyük harfle yazdığımız “Var-lık”tır. Tüm mevcudiyet, bütün olup bitenler, temellük ve tasarruf ettiklerimiz Varlık’tandır. Var olanlar, Varlık’ı unutturdu. İşte size materyalizmin incelikli bir eleştirisi daha!
Hegel, işaret zamirleriyle gösterilen bu nesnelerin, şu malların veya o davranışların doğal bilincin, algı düzeyindeki bilincin nesneleri diye gruplandırır. Hegel’in elinin altındaki şeyler, Heidegger’in Varlık’ını unutturdu. Heidegger, unutulmuş – saklanmış olanın Varlık olduğundan emindir. Heidegger açıktır ki bu duruşuyla olasılık dalgalarının ontolojik çöküşünü onaylamayacaktır. Bilinçli yönelim, olasılık dalgalarını “presence”ten, mevcudiyetten öteliyor. Böylece Varlık, var olanların lehine olmak üzere kendini geri çekiyor. Halbuki Derrida için bu unutulmuşluk, onaylama tutumu için fırsattır. Onaylama, göstergeler oyunun bir parçası oluverir.
Derrida Her İkisine Karşı: Hegel ve Heidegger
Hegel, 2 bin yıllık bir düşünme geleneğini benimser, geliştirir ve dönüştürür. Heidegger bu geleneğin içinde unutulmuş, bastırılmış, kategorilere hapsedilmiş Varlık’ın peşine düşer. Varlık’ı yine 2 bin yıllık metinlerde ve onların gösterdiklerinde arar. Derrida ise Heidegger tarafından kriminal bir zanlıya dönüştürülen 2 bin yıllık düşünme geleneğini, yani Batı metafiziğini tanımlar, hedef haline getirir, ona saldırır, komaya sokar ve sonunda yok eder, en azından sakat bırakır. Postmodern düşünce, bu sakatlık nedeniyle geri çekilmiş geleneksel felsefenin bıraktığı boşlukta yaşama şansı bulur.
Saklanma hem şimdi var olmama hem de var olup gizlenmiş olma anlamına gelir. Bu yüzden metin okurken ötelenmiş, bastırılmış olan bulunmalı ki metin okunabilsin. Tıpkı daha çok haz alabilmek için şimdi ve buradaki hazzı ertelemek zorunda oluşumuz gibi. Haz ilkesi, her deneyimde gizlenmiş, ertelenmiş ve bastırılmış olarak mevcut olabilmenin egemenliğini sürer. Entropi gibi alt edilemez, üstesinden gelinemez bir kararlılık taşır. Şimdi ve burada olan, şimdi ve burada olmayan bir şeyin sayesinde mevcut olur.
Heidegger: Olmaya Bırakılan Şey
Düşünenler, birlikte düşünenlerdir. Düşüncenin etiği, kökenine sadakatle, sadakat ise bu imkanla mümkündür. Öyleyse düşüncenin etiği, öncekileri zikretmektir. Onların açtığı patikadan, onların yonttuğu araç gereçlerle yürüyerek yolu bir adım daha ileri götürmek, azıcık daha genişletmek bir filozof için en iyi başlangıç idealidir.
Heidegger’le birlikte düşünenlerin olmaya bıraktıkları şey: Bir şeyin üzerindeki örtüyü kaldırmak.
Heidegger’le birlikte düşünürken bizim de gelmeye bıraktığımız şey, bir şeyin örtüsünü kaldırmak oldu. Düzenleme ve üretim anlamında da var olan elementlerin yeniden başka bir biçimde organizasyonu, tablonun örtüsünü kaldırıp gizemini açığa çıkarmamızı kolaylaştırır. Örneğin sözcüklerin her bir farklı dizilişi farklı bir metin oluşturur. Filozofların lügatları aynı olduğu halde farklı dizgilerle farklı felsefi dizgeler meydana getirir.
Malzemeleri farklı biçimlerde dizayn etmek bazı yetenekler gerektirir. Yeniden organizasyon, bir inşa hatta bir yönüyle ibdadır. Yapı ve mimari türünde inşaat, felsefi fikirlerin inşaatından yapıca farksızdır. Merkezi kolonlar, filozofun düşüncesindeki felsefi görüşler, çevrenin oluşumu, çevreyle iletişim ve veri akışı, diğer fikirlerin inşası, ötekinin icadı, yakınlıklar ve uzaklıklar, düşmanlıklar ve dostluklar… Felsefi mimari ile mimari çevrenin inşası arasındaki analoji, analoji olmaktan çok uzaktır. Aynı şeyin yayılımı (dissemination) denmelidir.
Ötekinin İcadı: Öteki ve Nihilizm
Öteki cehennemdir, der Sartre. Halbuki ötekini ben icat ettim, “ben”ler icat etti, biz icat ettik. Benim kurduğum bir şey “öteki”. Biz insanlar fiktif varlıklarız, şeyleri düşünceyle zihnimizde ve elimizle çevremizde kurarız çünkü imgeleme sahibiz, plan yapabiliyor, rüya görebiliyoruz ve taşları üst üste koyabiliyoruz. Öyleyse aslında “öteki”nin ontolojik varlığı yok, sadece epistemolojik bir şey öteki, bir kavramdan ibaret. Ötekilerle savaşımız o yüzden bir ideolojik rekabetten öte hiçbir şey.
Bu metinde ötekinin başkalığının yadsınması durumuyla karşı karşıyayız. Öteki cehennem değil, Sartre’ın zannının aksine. Öteki ben’dir. Beni düşmanca kırdığı kadar o beni kurar da. Karşımda ve orada durduğu müddetçe ve benim ona yöneldiğim müddetçe benim kim olduğumu söyler bana. Şimdi ve burada yokken bile var olan bir yokluktur öteki. İkili karşıtlıklar sisteminde yaşadığım müddetçe öteki zorunlu olarak mevcut olur.
Voltaire’e telmihen söyleyeyim: Öteki var olmasaydı bile ikili karşıtlıklar sisteminde onu icat etmek zorunda kalırdık.
İcat, çok eski zamanlarda mucitler tarafından icat edilmiş bir buluştur. İcadın icat edilmiş olması, onun yapısallığından ötürüdür. İcat, inşa edildikten sonra öylesine ekler aldı ve patentler yarattı ki icadın yapıt olduğu unutuldu. Buluşlar, patentler, icatlar gibi ekler ve ürünler icadın icat edildiğini unutturdu, tıpkı bir eser olarak doğanın bir müessir olarak tanrıyı unutturması gibi. Ona mutlaklık atfediyoruz. Sonra da bizi o icat ediyor.
Derrida, açıkça söylemiyor fakat icatların eksiksiz bir envanterini çıkarıp şeylerin üzerindeki örtüyü kaldırmak istiyor, varsa eğer gerçek dünyayı görmek istiyor. Örtüyü kaldırıp gördüğü yoklukla bizi de karşılaştırmak istiyor, Sonuç: Üretimdeki yinelenme, aynının yeniden üretimi nedeniyle orijinalliğin yokluğuyla karşılaşılan nihilist bir sahne. Tüm kutsallar bu nihilist sahnede profanlaşır. Postmodern köksüzlük bu.
Derrida’nın Hareket Noktası: Sonuçsuz Feneomenlojik İndirgeme
İdeal olanlar arasındaki ilişkiler, edebî nesnelerin idealliği. Derrida, olgusal olanla dilsel olanın bağıntısına odaklanmış durumda. Saussure’ün ve Wittgenstein’ın sorununu, sözcükler ile nesneler arasındaki ilişkinin nasıl kurulduğunu anlamaya çalışıyor. Tek bir ilkenin bütünü açıklayamayacağından emin olarak olgusal ile kurgusal arasındaki ayrım için bir kriter arıyor. Bu ayrım, tüm ikili karşıtlıkları açıklama iktidarına da sahip. Örneğin beden-zihin karşıtlığını, öz-var oluş. Derrida’ya göre hiçbir karşıtlıkta indirgenemez bir töz mevcut değildir, bunlar birbirine bulaşmıştır. Mevcut olan tek şey bulaşmışlıktır. At izinin it izine karıştığı bir yön bulamazlık ve iz sürülemezlik durumu söz konusudur.
Husserl fenomenlerin içine dalıp orada aşkınsal ideleri ararken Derrida, aynı yöntemle aşkınsalın bir masal, kurgusal bir mit olduğuna dair kanıtlar bulmayı umuyor. Bir tür sonuçsuz bir arkeolojik fenomenoloji yapıyor. Husserl aşkına yönelirken Derrida, yerel gerçekliğe yönelmiş halde.
İyilik, barış, tanrı gibi tüm tözsel terimler, taşıdığı anlamdan soyutlanmış birer gösterge gibi görünüyor Derrida’ya. Saf ifade yok aslında Derrida için.
Her şey ama her şey, iktidarını muktedir ve diktatörce süren bir göstergeler sisteminde, gösteren-gösterilen bağıntısının keyfi biçimde kuruluşuyla ilgilidir. Her metin, göstergelerin yer değiştirme oyununun bir tekrarıdır.
Gösteren-gösterilen bağıntısı her değiştiğinde zihinde bir iz kalır. Zihinde tüm deneyimlerden izler var olduğu için fenomenolojik indirgemede saf bilinçten ve dolayısıyla da saf özlerden söz edilemez. Duyu deneyimini paranteze aldığımızda geriye saf bilinç diye bir şey kalmaz.
Bu noktada Husserl ile aynı noktaya ulaşır: Bilinç bir şeyin bilincidir.
Bulaşma yüzünden metin, ilişkisellikten anlam üretir. Her anlam, anlamsız bir yaşam dünyasında sözcüklerin ve olayların bir bağlam oluşturacak şekilde ilişkilendirilmesi yüzünden dile gelir. Kendine ait bir mevcudiyet yok. Hepsi birbirine bağlı bir metafizik içinde kurgulanmış. Güç uygulayarak dili metne dönüştürmekten bahsediyorum. Güç kazanama, aynı zamanda bastırmayı da içerir, kendinden daha güçlü bir güç karşısında eğilmeyi de. Maruz kaldığı güç istenci karşısında dilin temsil etmesi, hayır doğrusu şu ki dilin ürettiği anlamları bastırması söz konusu. Dil, başka anlamları bastırmadan, gözden uzak tutmadan zaten belli bir anlamı ifade edemiyor. Kinaye ya da istiarede de durum değişmez. Çünkü kinaye niyette kendini açık eder.
Yazar, metni kurarken yapıyı da kurar. Metin tekrar ettikçe, aktarılıp alıntılandıkça anlamsal yapısı da güçlenir. Belki de zaman içinde ideoloji veya inanç gibi bir aşamaya evrilir.
Yapı-söküm Levazımatı ya da Kavramsal Araç Kiti
Derrida’ya göre mevcut Batı düşüncesi, örtük ve derin bir metafizikten ibaret. Yapı-söküm yapıyı değil, mevcut yapıyı dönüştürmeyi amaçlıyor. Köksüz bir metafizik diye nitelendirdiği Batı düşüncesinin iç yüzünü görebilmek için Derrida edebi, dini ve felsefi metinlerin yapısını söker. Düzeneğin nasıl kurulduğunu ve öldürücü ateşleme mekanizmasının nasıl çalıştığını göstermek, sihirbazlığı işleten yalancı numaraları açığa çıkarmak için bir Baretta M92 türü bir tabancayı ustalıkla söküp takar gibi, metinlerin nasıl kurulduğunu ve nasıl parçalarına ayrıldığını bir dizi tekniği işe koşarak gösterir:
- İkili karşıtlıklar mantığı: Metinlerin ikili karşıtlıklar dizgesine göre kuruluşunu, her felsefi sistem ve ideolojinin iyi ve kötü, güzel ve çirkin, kutsal ve profan gibi ikili terimlerden birinin merkezde oluşunu ifade eder. Örneğin Marksist sistemdeki burjuva-proleterya, Hegel’deki efendi-köle, dindeki tanrı-kul, ontolojideki varlık – yokluk gibi.
- Bağlamsallık: Metindeki sözcüklerin tek başlarına anlamsızlıklarını ve bağlamın anlamı ürettiğini. Metin bağlamı kurar ve metnin dışında anlam yoktur. Öyleyse anlam yalnızca bağlamda belirir, hadi Heidegger gibi söyleyelim: Açığa çıkar. Fakat bu açığa çıkış kökensiz bir zuhurattır, Heidegger’in düşündüğü türden bir “existing (var oluş)” değil.
- İz sürülemezlik: Gündelik dilden terimlere ve kavramlara geçiş, kavramları kuran ayrımın izinin takip edilemezliği. Jeneolojik bir soy kütüğü soruşturması, köken sözcük buluncaya kadar sürdürülemez ve bir fasit dairede dönüp dolaşmaya başlarız. At izinin it izine karıştığı Merzifon’da eşek izi sormak gibi içinden çıkılamaz bir izler bolluğu ve karmaşası bizi izlerin geriye doğru takip edilemezliği ile karşı karşıya getirir.
- Bulaşmışlık: Sözcüklerin kurduğu metinler, düşünceleri ve ideolojileri yaratırlar fakat hiçbiri kökensel değildir, hepsi birbirine bulaşmıştır.
- Karar verilemezlik: Bu kadar belirsizlik, kaos, görelilik ve bulanıklık içinde anlamın netleştirilmesi, kesinleştirilmesi ve sabitlenmesi imkansız hale gelir.
- Differance: Ayrım, şeyler arasına bir fark koymakla kalmaz, şeylere kimliklerini (identity) verir. Derrida öncesinde kimlik, özdeşlik üzerine kurulu diye kabul edilirdi. Aristoteles mantığının ilk ilkesi özdeşlik, bir şeyin her ne ise o şey olduğunu söyler. Bu aynı zamanda bir şeyin, aynı anda hem bu şey hem de şu şey olmayacağı anlamına da gelir ki buna çelişmezlik ilkesi denir. Ya bu şey ya da başka bir şey olmak zorundadır; üçüncü bir yol yoktur. Derrida’ya göre ise şeylere kimliğini özdeşlik ilkesi vermez; şeylere kimliğini veren koşul, onlar arasındaki ayrım ve farktır. Bir şeyin ne olduğu, onun ne olmadığına yani onun tüm diğer şeylerden nasıl ayrıldığına bağlıdır, kendi özüne değil. Çünkü şeylerin yukarıda sayılan gerekçelerden ötürü belli bir özleri yoktur. Şeylerin kimlikleri ise her metinde yeniden kurulur. Derrida’nın metinlerinde differance, her metinde kavramların sürekli yeniden tanımlanması biçiminde kendini gösterir. Her tanım, o şeyin diğer şeylerden farkını ortaya belirginleştirir. Kavramlar arasındaki sınırlar özsel, kalıcı ve sabit değil, devingendir. Tıpkı Dünya savaşlarının ülkeler arasındaki sınırları sürekli değiştirmesi gibi. Tıpkı Avrupa Birliği’nde ülkeler arasındaki sınırların birer göstergeye dönüşüp bulanıklaşması, silikleşmesi ve belirsizleşmesi gibi. Fark, ayrım yapmak yoluyla işler.
- Destruction, deconstruction, reconstruction arasındaki fark: Yerle bir etme (destruction), bir binayı patlatarak, sarsarak, darbeye maruz bırakarak yerle bir etme, yıkmaktır; her zaman yıkıcı, tahripkar ve yok edicidir; kontrol edilemez bir kuvvet nedeniyle vuku bulur. Derrida böyle bir adam değil açıkçası. Yakıp yıkan bir bozguncu değil, ben öyle gördüm. O daha çok, yerine yenisini yapmak için eskimiş, köhne, işlevini yitirmiş, artık içindeki sakinlere hizmet etmeyen meskenlerin yeni bir bina ile değiştirilmesindeki yıkım prosedürlerini uygulayan bir deconstructor (yapı-sökücü) gibi bir rol oynuyor. Aynı yere yeni bir bina yapılacak (reconstruction) fakat eskisinin kontrollü biçimde, çevreye zarar vermeden yıkılması gerek! Çok doğru bir sözcükle söyleyeyim: Binanın sökülmesi gerek. Bu yüzden öyle anlaşılıyor ki Türkçedeki yapı-söküm, Derrida’nın yaptığı deconstructive işini daha iyi karşılıyor.
Derrida: Yıkıp Yapmak mı Yıkıp Bırakmak mı?
Düşünce sistemlerinin, örneğin devlet sisteminin, din veya etik düşünce sistemlerinin yapısının sökülmesi gerek. Çünkü 60 bin yıllık tarihsişlevlerini yitirdiler. Bu yapılabilir çünkü daha önce zaten yapılmış bir şeydi. Kutsal veya gökten inmiş, tözsel veya özsel bir şey değildir bu sistemler. İnançlar inşa edilmiş, eğitim sistemleri, yönetim sistemleri inşa edilmiş. Öyleyse onları söküp yeniden inşa edebiliriz. Buradaki metafiziği fark ediyor musunuz? Tüm bu felsefi mimari yapıların “yapılmış (constructed)” olduğu yüzlerce yıl gizlenmiş; tüm felsefi eleştiri, tutarsızlık ve deneyimle örtüşmezliğe yoğunlaşmış. Aradan geçen 2 bin yıl boyunca felsefe gücünü, gizlediği bu kurgusallıktan almış.
Derrida, Heidegger gibi söyleyeyim, kurgunun üzerini örttüğü ve dikkatlerden kaçırdığı bu “derin gizem”i çözdüğünü düşündüğünde eminim çok mutlu olmuştur. Tüm felsefenin gerekçelendirilmemiş bir metafizik olduğunu canla başla göstermeye çalışmasından belli. Halihazırda işleyen düşünme mekanizmasını söküp içine baktırıyor. Bakın, içinde hiçbir ruh, tin, töz, madde, ham duyu verisi vesaire yok diyor! Bizi elle tutulmaz bir yoklukla karşılaştırdığında, incelikli zekasının başarısı olarak görüyor. Zekasıyla gurur duyduğu, yüzüne yansıyan asaletle karşık bir adım geri çekilmiş göçmen tavrından belli.
Yıkıp Bırakmak: Postmodern Aydınlanma
Öte yandan Derrida’nın hiçbir zaman, her şeyi yıktığımıza göre hadi yeni bir şeyler inşa edelim diye bir çağrısı olmadı! Onun derdi, yapının yapıntısallığını hisseden sürekli bir aydınlanma idi. Bir dine, ideolojiye, akıma dönüşecek yeni bir yapı arzulamıyordu. Onun arzuları arasında ya da gizli ajandasında reconstruction yer almıyordu. O genel olarak Varlığk’a karşı bir duyarsızlık, umutsuzluk, karamsarlık ve inkisar-ı hayal hissediyordu. Üzüntülüydü.
Bu kederle politikanın ve tarihin kurduğu düşünce sistemlerini kendi zihninde yıktığında, çifte yıkımı kutlayabilirdi; kutladı da. Belediyelerin kentsel dönüşüm için çarpık yapıları yıktıkları gibi, Derrida da izinsiz ve gayr-i meşru düşünce sistemlerini yıkıyordu. Artık daha işlevsel sistemler kurmak için düşünce dünyamızda yer açılmıştı. Yıkımın ürettiği molozlar temizlendiğinde reconstruction (yeniden inşa etme) işi başlayabilir. Ama başkalarının gelip yıkacağı bir inşaat başlatmak Derrida’ya göre değil. Kalıcı, ebedi, evrensel iddialara dayanan hiçbir yapı önermiyor. Einstein’ın göreliliği gibi, her zaman şimdi ve buradaki bir gelip geçiciliğe kucak açıyor, evrensel olmayan yerelliği kutsuyor. Geçici, portatif, bozulabilen (perishable) işlevsel küçük birimlere kucak açıyor.
Derrida Felsefesinin Psikolojisi
Felsefenin sosyometrisini Heidegger haber vermiş olsun, psikolojisini de Derrida üzerinde biz haber verelim. Derrida, yapı-sökümcü felsefi düşüncesini bu duygularla yazmış olabilir mi? Duygu ile düşünce arasındaki dolambaçlı ve karmaşık bilişsel süreçlere atıf yapmadan da onun olup bitene karşı tutumunun ip uçlarını görmemiz mümkün olabilir. Olaya karşı hoşgörü çağrısı yaptığında, Heidegger gibi söyleyeyim, yaşamın özgür ve amaçsız salınımında insanın başına gelen her şey katlanılabilir hale gelir. Zamanın tersinmez entropik akışı, olaya karşı hoşgörüyü değersiz ve yönsüz bir var oluşta icat edilmiş bir etik ilke statüsüne yükseltebilir.
Heidegger’in Şikayetleri
Heidegger ’in ayrımları daha bariz ve açık seçik görünürdü, başkaydı yani. Varlığın makineleşme, teknolojikleşme, hesaplanabilir hale gelme, nicelikselleşme gibi kolay gözlenebilir dominant süreçlerin işlediği bir savaş sorumlusu tekno-toplumdan, hesaplayıcı ustan, sözde bilimden, otantikliğini yitirmiş egemen bir entelektüel zehirlenmeden şikayetçiydi. “Varlık tehlikededir!” dedirten bir tedirginlik ve sorumluluk hissediyordu. Ona “Varlığın çobanı” denmesinin nedeni buydu. Sayısallaştırılmış sonuçlara odaklanmayı marifet sayan modern düşünce, sadece filozofun veya bilim insanının, politikacı veya din adamının düşüncesi değildi.
Hegel’in etkisi altında böyle düşünüyordu belki de Heidegger: Çağın düşünme tarzı hastalıklıydı.
Heidegger: Şaşırtıcı Hiçbir Şey Beklenmiyor!
Heidegger’in kafasından geçenler şöyle bir şeydi: Bu çağda her şey birbirine benziyor. Sonuçlara odaklanmış durumdayız: İstatistik, hesaplamalı düşünme ve kataloglama… Sayılar ve gözlenebilir etkiler hesaba katılıyor. Süreç gözden kaçırılmış bile değil, süreç tümüyle unutulmuş. Bergson’un eması okunmaz olmuş! Varlık, kendini hep bir süreçte açığa çıkarır halbuki! Örneğin bir ağacın meyve verme süreci, meyveye odaklandığımızda unutulup gidiyor. Fidanın büyür, çiçek açar, yapraklar solar, kuşlar ve arılar çiçeklerle karşılaşırlar ve daha bir sürü ef’al hep birlikte gerçekleşir. Fakat üretim, ticaret ve tüketim zincirinde, müşteriye tezgahta sunulan tek şey, sadece sayılarak kaydedilmiş ağaçlar, kilolarla ölçülmüş meyvelerdir. Acı, emek, ter ve güneş tezgahta yer almaz. Stokta ve tezgahta Varlık sadece kilolarca meyve olarak sınırlandırılmıştır. Her şeyi sayılar zannediyoruz, nicelikten ibaret sanıyoruz. Halbuki şeylerin içlerinden geçen, şeylerin arkasına gizlenmiş duran “süreç” görünmez hale getirilmiş. Olimpiyatta madalya kazanmayan uzun hazırlık çalışmalarının, sportif yaşam tarzının hiçbir kıymeti harbiyesi yok. Her şey hesaplanıyor. Hesaplanmayan tek şey sürecin kendisi. Rakamlar süreci manipüle ediyor.
Süreç, zaman demek. Kimse uzun zamanlara katlanmıyor artık. Bırakın insanları, nesnelerle bile kişisel tarih veya hatırlanacak anılar oluşturacak kadar uzun süreli ilişkiler kuramıyoruz. Bu yüzden nesnelerden kurulan bir evin de tarihi olamıyor. Sorun şu ki uzun süreli ilişkileri hemen tanıdıklaştırmaya çalışıyoruz: Ülfet! Sonuçta artık şaşırtıcı bir şey beklenmiyor.
Şevki IŞIKLI