Hatırladığın en eski anın nedir? Ben düşünüyorum da nerede olduğunu hatırlayamasam da ne yaptığımı çok iyi hatırlıyorum.
Dört kişilik bir çekirdek aileyiz. Ben, ağabeyim, annem ve babamla birlikteyiz. Dört kişilik kocaman, yeşil renkli eski bir çadırımız var. Annem ile babam çadırı kurarken ben ormanlık çadır kampı alanında koşturuyor ve böcekleri takip edip hayvanlarla oynuyorum.
Ben en çok salıncakta yatmayı sevdiğim için çadıra eşyalar konulduktan sonra benim salıncağım kuruluyor. Evde bulunan ipleri birleştirip ağaca bağlayıp ortasına kilim gibi bir şey ile. Önümde deniz, etrafımda kocaman ağaçlar… Karnım acıkıyor ve yemek hazır olana kadar atıştırmam için annem bana bir kap içerisinde kırmızı erik veriyor. Eriklerimi yiyip etrafta koşturup oynamaya devam ediyorum. Ağaç kenarında sahibinin kim olduğunu bilmediğim ağaca bağlı bir eşek var. Gidip onunla saatlerce vakit geçiriyorum. Doğayı seyrediyorum, insanları seyrediyorum. Hayattan çok keyif alıyorum ve çok mutluyum. O zamanlar ne telefonumuz var ne dijital dünyayla herhangi bir alakamız.
Her yaz, herkes ailesiyle otellere giderken biz kampa gidiyoruz. Babam işçi olduğu için haftada sadece bir gün tatili oluyor ve iş yerinden çok zor izin aldığı için maksimum iki üç günlük tatillere gidebiliyoruz ve bu zamanları da doğada, deniz kenarında, ormanlık yerlerde geçiriyoruz. Her sene heyecanla babamın bu tatillerini bekliyorum ve heyecandan bir gece önceden mayomu giyip sabaha kadar uyuyamıyorum.
Gittiğimiz yerlerde hep özgürce dolaşıyor, geceleri ise çocuk olmama rağmen ailemin zorlamalarına rağmen uyumuyor ve sabaha kadar hiç şehir ışığı olmayan yerlerde deniz kenarında ayaklarımı denize sokacak şekilde oturup dalgaların bana gelmesine izin veriyorum. Bu sırada yıldızları seyrediyor, geceleri Ay’ın denize yansıyışını seyrediyorum, ta ki Ay batana kadar. Sabahın ilk ışıklarıyla deniz kenarında bir kişi bile yokken tek başıma denize girmenin tadını çıkarıyorum. Mümkün olduğunca az uyuyor bu iki üç günlük tatilleri her ne kadar ailemle gitsem de yemek zamanları dışında ailemden ayrı kendi kendime doğayla, gökyüzüyle, denizle, yıldızlarla, Ay ile iç içe geçiyorum.
Babamın izin alabildiği zamanlar dışında hiç deniz görmüyorum. Ancak yazları annem ile Niğde’nin Altunhisar köyüne anneannem ve dedemin evine gidiyor, köyde bir ay kadar kalıyoruz. Sabahları kahvaltıdan sonra anneannemin bahçesini ve bahçedeki kiraz ağacını hortum ile suluyorum, işimi bitirince kendimi… Ardından köyde gezmeye çıkıyorum, her yerde bağlar var. Bağlara uzanan oluklar. O oluklar dizlerime kadar su dolu ve köyün her yerine uzanıyor, içinde yürüyebiliyorum. Suyu çok sevdiğimi zaten anlamışsınızdır. Bu olukların içinde yürüyor, tanımadığım insanların bağlarına giriyor, orada büyük neneler ve dedelerle tanışıyor ve bağdan bağa gezmeye devam ediyorum. En son dedemlerin bağına gidip çeşit çeşit meyve ağaçlarından meyveler koparıp yiyor, sonra en sevdiğim dut ağacının dibinde gölgede ağacın dalında oturarak vakit geçiriyor, bir yandan da dut koparıp yiyorum. Üstünde yeşil oluşumlar gördüğüm taşlara gidip, hafif sulandırıp elime kına yapıyorum. Eğer daha önce bunu duymadıysanız deneyebilirsiniz.
Köyde yaşayanların evlerinin bittiği yer ile bağların olduğu kısım arasından çay geçiyor, her gün çaya giriyorum, kaplumbağalar ile oynuyor onları seviyorum. Çayı havuz gibi kullanıp içinde yüzemesem de çay boyunca yürüyor veya çayda oturarak havuz gibi kullanmaya çalışıyorum. Doğayı seyrediyorum, hayvancılıkla uğraşan büyüklerimin yanlarına gidip samanlıklarına giriyor, hayvanlarıyla iletişim kuruyorum. Bu sıralarda ne telefon var ne bilgisayar ne de nerde olduğumu bilen insanlar. Tüm bunları tek başıma yaşıyor ve çok eğleniyorum. Doğada olmaya, ışıksız bir yerde gökyüzünü seyretmeye bayılıyorum. Zamanımı nasıl geçirmek istiyorsam o şekilde geçiriyorum.
Şimdi, yirmi beş yaşında malzeme mühendisiyim. “kozmolog.net” sitesinin kurucusuyum. “Sophos Akademi“de, StellarXperiences ve Dark Science Dergisinde yazarım. Bu yaşıma kadar evimden çok doğada olmayı sevdim. Sayısız kampa gittim. En sevdiğim ise telefonumun çekmediği yerlere gitmek. Arabam olmadığı için kamp yapmak istediğim yere giderken otostop, blablacar veya otobüs gibi seçenekleri sonuna kadar kullanıyorum. Gittiğim yerde civardaki her yeri geziyor, görmedik yer bırakmıyor, orada yaşayanlarla tanışıyor, bazen yemeklerine ortak oluyor bazen bir bardak çaylarını içiyorum.
Farklı kültürlerden, her yaştan insanlarla tanışıp onlarla kamp ve doğa kültürü içinde bulunuyorum. Her kampa gittiğimde, her İstanbul’dan uzaklaştığımda, deniz kenarına bile gitsem ineklerle, tavşanlarla, ördeklerle, köpeklerle, kuzularla, koçlarla, tavuklarla, horozlarla, değişik böceklerle karşılaşıyorum. Bazen sadece oturup etrafımdaki çiçeklere veya ismini bilmediğim bitkilere gelen arıların ne yaptığını, yerde kendi yolunda giden böceklerin nereye gittiğini takip ediyorum. Bir de en sevdiğim iki eşyam çadırım ve hamağım. Çocukluğumdaki gibi bana salıncak kuran olmasa da kendi hamağımı kurup saatlerimi orada harcıyorum. Çadırımdan önce hamağımı kurduğum da doğrudur.
Anda olmanın keyfini çıkaran biri olarak kamplara gittiğimde kendi kendime doğa fotoğrafları çekmeye başladım. Bazen ise o kadar keyifli oluyorum ki onu bile yapmak istemiyorum. Sadece orada olmak ve zihnime fotoğraflarını çekmek gayet yeterli geliyor. İnsanlara doğada olmanın güzelliğini göstermek için Instagram hikayelerde de bazen paylaşımlarda bulunuyorum. Bir kamp için tüm planlarımı iptal ederim. Kendimi doğayla iç içe hissetmenin daha iyi bir yolunu bilmiyorum. Özellikle telefonumun çekmediği yerler tercih edip günlerce dijital dünyadan, telefondan, bilgisayardan, haberlerden uzak zaman geçiriyorum. Peki, siz dijital dünyadan uzak kaç gün geçirebiliyorsunuz?
Yelda Gündeğer