Sophos Akademi

  1. Anasayfa
  2. »
  3. Uygulamalı Felsefe
  4. »
  5. Kusursuz Köleler: Joker Filmi Üzerine Etik Çıkarımlar

Kusursuz Köleler: Joker Filmi Üzerine Etik Çıkarımlar

Biz insanlar yönetmek ve denetlemek isteriz. Bunu neden isteriz? Bu insani arzunun altında yatan şey nedir? Ben bunu eksikliğimizde buluyorum. Zavallı, eksik bir varlık olarak dünyaya gelen insanoğlu ve kızı hayatta kalabilmek için yapar bunu.

Cem KERTİŞ yazdı.

İletişim ilişki demektir. İletişimi insanla sınırlandırırsak insanlar arası ilişkinin mahiyetini iletişimin mahiyeti belirler, diyebiliriz. Teknolojinin hızla gelişmesiyle birlikte sibernetik organizmaları önce bilim kurgu filmlerinde gördük ve yakın gelecekte hayatımızda da göreceğimiz aşikar. Bu durum insani ilişkilerimizi, bir başka söyleyişle iletişim biçimlerimizi nasıl etkileyecektir? Sibernetik (güdüm bilimi) canlı ve cansız tüm karmaşık sistemlerin denetlenmesi ve yönetilmesini inceleyen bilim dalı olarak tanımlanırsa [1] insan neden sibernetiğe ihtiyaç duyar?

Sibernetiğin tanımı bize açıkça şunu söyler: Biz insanlar yönetmek ve denetlemek isteriz. Bunu neden isteriz? Bu insani arzunun altında yatan şey nedir?

Ben bunu eksikliğimizde buluyorum. Zavallı, eksik bir varlık olarak dünyaya gelen insanoğlu ve kızı hayatta kalabilmek için yapar bunu. Spinoza’nın da belirttiği gibi tüm eylem ve tutkularımız conatustan türer. Çağımızın en büyük sorunlarından biri de insani ilişkilerdeki eksikliklerdir. İnsanların bizzat kendilerini ve diğerlerini nesneleştirdiği bir dünya yarattık. Geleceğin sibernetik organizmalarını yaratmadan önce zaten birbirimize uzun zamandır sibernetik organizmalarmış gibi davranıyoruz. Köleliğin bitmeyen tarihi bize bunu göstermiyor mu? İnsandan mükemmel köle yaratamazsınız; ama makinalardan yaratabilirsiniz. Bilim kurgu filmlerinde gördüğümüz sibernetik organizmaların kontrolden çıkışı ve insanlığa savaş açmasının ardındaki korku da burada yatar. Ya yarattığımız köleler bize isyan eder ve kontrolümüzden çıkarsa!

İnsan insanın kölesidir.

İnsanın insanı köleleştirmesinde bu çeşit bir iletişimle-ilişkiyle insanların birbirini nesneleştirmesini Joker filmi üzerinden anlatmak istiyorum. Ama önce şöyle bir düşünce deneyi yapalım.

Bir sabah kendinizi oldukça kötü hissederek uyandınız ve aynaya baktınız. Kötü görünüyorsunuz; gözlerinizin altında mor haleler, dudaklarınız uçuklar içinde, sivilceyle dolmuş bir surat… Kendinizi nasıl hissedersiniz? Zor bir soru sormadığımın farkındayım. Şöyle sorayım: Bir sabah uyandınız, aynaya baktınız ama kendinizi göremiyorsunuz. Acaba kâbus mu görüyorum diye düşünüp kendinize attığınız çimdiklere rağmen ayna sizi size yansıtmıyorsa ne hissedersiniz?

Delirirsiniz.

Varlığımızı sadece aynayla mı teyit ederiz ya da varlığımızın neye benzediğini (güzel mi, çirkin mi, çekici mi, hasta mı…) sadece ayna mı söyler bize? Sartre, “Öteki cehennemdir,” demişti. Öteki cehennemdir çünkü her öteki bizim aynamızdır. Bize bakım verenden başlar aynalanma süreci. Bir bebek, anne nesnesiyle kendilik algısını oluşturur. Sonra, başka insanlar girer hayatımıza. Onlarla girdiğimiz etkileşimle kendimizi tanımlar, özdeşim kurarak şekilleniriz ve elbette şekillendiririz.

Sonradan hayatın acımasızlığı yüzünden Joker’e dönüşecek olan Arthur (Joaquin Phonix) yatalak annesinin ona yüklediği rolü, bir başka söyleyişle annesinin ona yansıttığını gerçekleştirebilmek için elinden gelen her şeyi yapar.  Arthur için Murray Franklin (Robbert De Niro) bir televizyon yıldızı ve komedyen olmanın dışında arzuladığı baba figürüdür. Murray, annenin de ışıltıyla baktığı yerlerden biridir. Arthur’un en büyük arzusu annesin baktığı o yer olmaktır. Filmin başlarında, Murray’in tv de canlı yayınlanan programına katıldığını hayal eden Arthur seyircilerin arasında ayağa kalkıp şöyle der: “Gül ve mutlu surat yap. Annem, mutluluk ve gülüş getirmek için gönderildiğimi söylüyor.” Bu sözlerden sonra Murray onu yanına sevinçle çağırırken “Bunu sevdim, bunu sevdim. Haydi, in aşağı. Böyle bir insanı herkes görmeli.” Arthur’a sarılır ve “Bütün bu hengâme ışıklar… Hayır, senin gibi bir oğlum olması için her şeyi verirdim” der.

Arthur, annesinin gözünde herkesi güldüren ve eve ekmek getiren kişiyi ve Murray’nin de arzuladığı oğul olabilmeyi sadece hayallerinde gerçekleştirebilir. Nörolojik rahatsızlıklarına rağmen kötülüğün kol gezdiği Gotham’da palyaçoluk yapmak için elinden geleni yapar. Ne yaparsa yapsın başaramaz. Özellikle de çocuklarla çalışmayı çok ister çünkü ona ‘sen varsın ve bizi güldürüyorsun’u samimiyetle söyleyenler sadece çocuklardır. Hepimiz hayatımız boyunca bunu deneyimlemişizdir: Çocuklar kimseyi yok saymaz. Çocuklar kimseyi hiçleştirmez. Çocuklar iletişimin en saf ve gerçek halini temsil eder. Öte tarafta biz yetişkinlerin en çirkin silahıdır ötekini yok saymak. Tüm bu hikayede Arthur bir köledir, ondan beklenilenleri yerine getirdiğinde arzulandığını sanan bir sibernetik organizmadır. O bir Pinokyo’dur. Gerçek olmaya, gerçekten sevilmeye, arzulanmaya çalışan bir Pinokyo. Ama o hep en başından beri yok edilmek için vardır. Analist Andre Green şöyle der:

“Yıkıcılık mutlaka nesneyle ilişki kurmayı içermez. Aksine, nesneden yatırımını çekme, onda var olmadığı hissini yaratarak yok etme doyumunu içerebilir. Nesnede var olmadığı hissini yaratmak, onu paramparça etmekten daha vurucu bir silahtır.”

Artık senin annen değilim, diyen bir anne; umurumda değilsin, diyen sevgili; işlerine gelmediğiniz için sizden selamı sabahı kesen “arkadaş”lar… Hatta bu sözleri, duyguları dahi sarf etmeden sizi topyekûn hiçleştirenlere karşı ne hissettiniz? Siz de onları mı hiçleştirdiniz?

Arthur, birçok insan gibi öfke hissediyor ve bu duygunun hazzını insanları mutlu etmeyi bırakarak yaşamaya başlıyor. Şöyle düşünün, ötekilerin size biçtiği misyon için bütün hayatınız boyunca çırpınıp durdunuz ve hâlâ yok hükmündesiniz. Bırakın azıcık değer görmeyi, insanlar tarafından yok sayılıyorsunuz! Siz ne yapardınız?  Demem o ki, insan insanı çoktandır bir robot gibi görüyor. Herkes egosuna sponsor aradıkça bir diğerini iletişim nesnesi olarak görmüyor kendi arzularını tatmin aracı olarak kullanıyor.

Yavru bir kedinin bile üzerine gittiğinizde size pençelerini gösterir çünkü her canlı yaşamak ister. Biz insanlar temel ihtiyaçlarımız karşılanınca biyolojik olarak yaşayabiliriz ama ruhsal aygıtımız bununla tatmin olmaz. Biz ötekinin arzusu olmak isteriz. Anlaşılmak, sevilmek isteriz. İletişimin yaşamsal önemi burada yatar.

Uyum sağlamak hastalıktır.

Arthur, uyum sağlayabilmek için psikologa bile gider. Psikoloğu bir otomat gibi Arthur’a hep aynı şeyi söyler. Arthur, psikoloğu tarafından duyulmadığını acıyla fark eder. Ve zamanla anlar ki hasta bir topluma uyum sağlama çabasının kendisi hastalıklıdır. “Depresyonun da bir tür yas olduğunu fark ettim, ihtiyaç duyduğumuz ama sahip olamadığımız tüm o bağlar için yas,” demiş Arno Gruen. İşte tam da bu noktada Arthur yaşadıkları yüzünden depresyona düşmez. Üzerine gelen hayata, onu küçümseyen ve değersizleştirip yok sayan herkese savaş açar. Bir bakıma kendi depresyonuyla da bu şekilde mücadele eder. Artık beni incitemezsiniz, diye haykırır.

Bir şizofrenin hezeyanları, ruhsal aygıtında yarattığı karakterleri ona ne sağlar? Arthur da gerçekte olmayan bir kadını severek ne elde eder? İnsan olarak ihtiyaç duyduğu duyguları gerçek yaşamda elde edemediği için fantezi yoluyla kendini tam ve bütün hisseder. Bizim delilik olarak gördüğümüz şey aslında insani ihtiyacın tatmininden öte bir şey değildir. Çocuklar bu çeşit fantezi dünyaları yaratmada oldukça ustadır. Annesinin başörtüsünü boynuna bağlar ve Süpermen olur. Bebeği hastalanmıştır, doktor olup onu iyileştirir. Bu hayalleri kurarak kötü nesnelerle fantezi dünyasında olsa da baş eder ve kendini rahatlatır. Eksik, zayıf hissettiği taraflarını telafi etmeye çalışır.

Sonuç olarak şunu söylemek gerekir:

Gerçek, samimi bir iletişim kurabilseydik, eksikliğimize rıza gösterebilseydik sibernetik bilimine ve onun getirdiklerine ihtiyaç duymazdık. İnsan hiçbir zaman mükemmel bir köle olmayı başaramamıştır. Tarihin belirli kırılma noktalarında bir köle olarak yaşamı üzerine düşünmüş, bu düşünce onu isyana sevk etmiş, bir duygu ona özgür olabilme ihtimalini hatırlatmıştır. Bu yüzden insan pek de kullanışlı bir köle değildir. Efendisinin dünyasını efendisinin başına çalma potansiyelini taşır.

Bilimin dünyayı anlamaktan çok dünyayı kontrol etmek için icat edildiğini düşündüğümden sibernetik bilimi de dünyayı ve insanı kontrol etmek içindir. Mutfağınıza bulaşıkçı alırsanız o bulaşıkçının sizi öldürme ihtimali de vardır ama bulaşık makinası sızlanmadan işinizi görür. Peki ya terminatörler de insan gibi düşünmeye başlarsa ve insanlığın sonunu getirirse? Ya da şöyle soralım, insanoğlu sibernetik bilimiyle anti insanı yaratırsa?

Bu birbiriyle iletişim kuramayan her türlü ilişkiyi güç ilişkisine çeviren insanın kötücüllüğünü yarattıklarına yansıtmasından başka bir şey değildir. İnsan ne ise yarattıkları ve yaratacakları da o olacaktır. Matbaayı da atom bombasını da keşfeden insandır. Öte taraftan iletişim çağında yaşadığımızı söylüyor ve aşırı iletişiyoruz. Oysa bir şeyin aşırılaşması o şeyin eksikliğinin ve hatta yokluğunun apaçık göstergesidir.

Cem KERTİŞ

instagram: cemkertis

 

Kaynaklar

  1. Temel Britannica Ansiklopedisi, 10. Basım, Ana Yayıncılık, İstanbul, 1993; 15. Cilt, s. 190. ISBN 975-7760-02-01
  2. Gruen, Arno. Empatinin Yitimi: Kayıtsızlık Politikası Üzerine. Çeviren İlknur İgan, İstanbul: Çitlembik Yayınları, 2006.
  3. Green, A. (1980) The Dead Mother in On Private Madness (yeniden basım 1997 Maresfield)

İlgili Yazılar

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir