- Bir hologramda yaşıyor olma ihtimalimiz nedir?
- Evreni hologram olarak var saymak ne kadar doğrudur?
Mürüvvet Çalışkan
Holografik evren görüşü, test edilmesi gereken bir hipotez olarak önümüzde durmaktadır. Sözcük olarak hologram, Yunanca holos-gramma, yani “tüm mesaj” anlamına gelir.[1]
Evreni tanıma noktasında yeni yeni kavramlarla tanışıyoruz. Bunlardan bir de hologramdır. Günümüz dünyasının değişim rüzgarları ve yenilikleri arasında holografi ve evrenin holografik algılanış tarzı[2], toplumsal bilinçte giderek yerleşmekte, bölgesel kültürel akımlara ilişkin oluşumlar, giderek yerlerini holografik modele bırakmaktadır. Hologram, tüm bu düşünce tarzlarını açıklayabilmek ve anlatabilmek için bir yöntem, bir teknik ve bir felsefe ve bir model olarak düşünülmektedir.[3]
Hollandalı Nobel ödüllü Fizikçi Geradt’Hooft [4] ve sicim kuramının önde gelenlerinden olan Leonard Susskind 1990’ların başında evrenin kendisinin holograma benzer bir şekilde işleyebileceği varsayımında bulunmuştur. Günlük yaşantımızda gözlediğimiz üç boyutlu olguların uzak, iki boyutlu bir yüzey üzerinde yer alan fiziksel süreçlerin hologram benzeri izdüşümleri olabileceği yönünde ilginç fikirler öne sürmüştür. Bu durum açıkça, yaşadığımız her şeyin aslında bir hayal olabileceğini, daha uzak bir yerdeki gerçekliğin yansıması olabileceğini ifade etmektedir.[5] Teorik fizikçi Brian Greene ise Platon’un gölgeleri ile holografik evren arasında benzerlik kurar:
Platon ortak algıları yalnızca gerçekliğin gölgeleri olarak yorumlarken hologram ilkesi de benzer bir yapı sergiler ama benzetmeyi tersine çevirir. Gölgeler ( yassı yapıları nedeniyle ancak daha düşük boyutlu yüzeylerde hayat bulan şeyler) gerçektir, ama çok daha zengin yapılı gibi duran, daha yüksek boyutlu varlıklar (biz ya da çevremizdeki dünya) yalnızca gölgelerin uçucu izdüşümleridir.[6]
Platon’un mağara alegorisinde [7] insanlar dışarıdaki üç boyutlu gerçek hayatı görememekte, ancak bu hayatın mağara duvarına yansıyan gölgelerini algılamakta ve gerçek dünyayı gölgelerden ibaret sanmaktaydılar. Hologram modelinde ise, ilke olarak durum tam tersine işlemektedir. Yani üç boyutlu evren, aslında daha gerçek olan iki boyutlu evrenin yansımasıdır. Bu ilkeye göre evrenin üç boyutlu mekanında yaşadıklarımız, fiziksel olaylar, tıpkı holografik bir resimde gördüklerimizin çevreleyen bir plastik parçası üzerine kazınmış olan bilgi tarafından belirlenmesi gibi, evreni çevreleyen yüzeyde olup bitenler tarafından belirlenir. Yani yaşadığımız tüm bu gerçeklik, öncesiyle sonrasıyla, evrenin dış katmanındaki iki boyutlu yüzeyde kayıtlıdır ve asıl olan iki boyutlu gerçekliktir. Bizim üç boyutta yaşadıklarımız ise yanılsamadan ibarettir.[8]
Sicim Teorisi ve Hologram
Sicim teorisi[9] kuramcısı popüler bilim kuramcılarından Michio Kaku [10] ise nesnelerin katı olduğuna dair bir yanılsamamız olduğunu; görme, işitme ve dokunma hislerinin beynimize elektrik sinyali olarak ulaştığının kabulü halinde, dış âlemde yer alan maddenin var olduğundan emin olamayacağımızı iddia etmektedir. Bu iddia bizi dışarıda, renk, koku ve tat ve zamanın da olmadığı yanılgısına sürükler. Tüm bunlar sadece beynimizdeki elektrik sinyallerinden kaynaklandığını var saydığımızda; bizden önce yaratılmış tabiat aslında bir hologrammış yanılgısına götürür. Sadece frekans ve rezonans ile hologram dünyayı algılayan sadece beyin olmuş olur. Popüler bilim teorilerini kabul ettiğimizde bu teorilerin bizi nerelere sürüklediğini hiç düşünmez miyiz? Popüler bilim, popüler kültür yaratmaktadır. Bilim yapmak ve ortaya bir ürün koymak başka bir şeydir. Bilimden yola çıkarak metafizik üretmek başka bir şeydir. Üstelik yapılan metafizik kaynağını kadim felsefeden veya bilgelikten alıyorsa bin defa düşünmemiz gerekmektedir.
Modern beyin mimarlarından Karl Pribram[11] ve kuantum teorik fizikçisi David Bohm[12] ise evrenin bir hologram; yani kelimenin tam manasıyla insan beyni tarafından yaratılmış bir imge olabileceğini düşünmektedirler.[13] David Bohm, evrenin işleyişini holografik ilkelerle gerçekleştirmekte olduğunu ve aslında evrenin kendisinin de akışkan dev bir hologram olduğunu söylemektedir. Bohm’a göre dünya üzerindeki günlük yaşamımızın görünen gerçekliğinin tıpkı holografik bir görüntü gibi, bir tür yanılsama, bir hayaldir. Bohm, tasavvufçuların söylediklerini söyler gibidir:[14]
“Âlemlerin hepsi hayal”[15]
Ayrıca dünyaca ünlü teorik fizikçi Fred Alan Wolf da, kuantum fiziği mekaniğinin tasavvufi düşünce ile çok benzeştiğini söylemektedir.[16] Tüm dünyada Dr. Kuantum olarak tanınan fizikçi Dr. Fred Alan Wolf, tasavvufi düşünce ile kuantum fiziği mekaniği arasında büyük benzerlikler olduğunu iddia etmektedir. Kuantum fiziğini parçacık fiziği teorileri haricinde, spiritüel açıdan da yorumlamasıyla tanınan Dr. Wolf, makalelerinde kuantum fiziğine göre varoluşu ve dünyayı yorumlarken, doğrudan tasavvuf inanışındaki kavramların adlarını kullanmasa da vahdet-i vücud, ayna ve misal alemi gibi kavramlardan söz etmektedir:[17]
“Tanrı sizin aynanızdır, yani sizin kendi özünüzü seyrettiğiniz bir ayna ve siz, siz O’nun aynasısınız. Yani O’nun kendi ilahi sıfatlarını seyrettiği bir aynasınız!”
İbn Arabî’ye göre varlık bir açıdan Hakk, başka bir açıdan ise halktır. Zira halk, Hakk’ın isim ve sıfâtlarını izhâr etmektedir. Yani biz Hakk’a zuhûru, o ise bize varlığı vermektedir. Bunun için İbn Arabî; “Biz kendisiyle zuhûr edeceği şeyi Hakk’a verdik, o da bize verdi”[18] diyerek Vahdet-i vücudu savunmaktadır.[19]
Günümüzde bilimsel makalelere de konu olan kuantum teorisi[20] ve tasavvuf[21] hakkında yapılan bir çalışmada, kuantum teorisinin deneylere dayandırarak açıkladığı bu yeni evren fikri, İslam mutasavvıflarının yüzyıllardır anlatmaya çalıştıkları evren görüşleriyle ilginç bir şekilde uyuşmaktadır.
Makalede ayrıca bazı bilim insanlarının Uzak Doğu’da ve İslam ülkelerinde eğitim ve araştırmalarda bulundukları sırada mistisizmle tanışmış, kuantumun ortaya çıkardığı verilerle, mistik söylemler arasında benzerlikleri fark ederek ve kuantumun yorumunu, mistik söylemlerde arama ve anlama yoluna gittikleri özellikle bu yöneliş de daha çok uzak doğu mistisizme başvurulduğu yazmaktadır.[22]
Fiziğin Tao’su adlı kitabın yazarı Fritjof Capra [23] şöyle yazar:
“Modern kuantum fiziğinin başlattığı fikirsel değişimler, son yıllarda birçok fizikçi ve filozof tarafından enine boyuna tartışılmıştır. Ancak bunlardan pek azı, bu gelişmelerin, Doğu mistisizminin ortaya koyduğu düşünce yapıları ile aynı hareket ettiğini fark etmişlerdir. Çünkü modern fizik dalında ortaya çıkan yeni görüşlerin çoğu, şaşırtıcı biçimde Uzak Doğu’da kök salan dinsel felsefelerle benzeşmektedirler”[24]
Tasavvufun Hinduizm, Budizm ve Taoizm’den etkilendiğini düşündüğümüzde durum daha da net ortaya çıkmaktadır. Evrenin bütünselliği ve özde birlik felsefesi fikri bizi Vahdet-i vücut[25] teorisine sürüklemiş gibi gözükmektedir.
Vahdet-i vücûd teorisine göre evren, Hakk’ın vücudundan başka bir vücuda sahip değildir. Tüm âlem, Allah’ın isim ve sıfatlarının gölgesinden ibarettir. Tüm eşya, Hakk’ın aynada görünen yansıması veya gölgesi mesabesindedir. Buna göre gölge, nasıl ki, sahibinden farklı değil ve aynısı da değilse, eşya da, Allah’ın ne aynı, ne de Allah’a nispetle bir vücuda sahiptir. Asıl vücut Allah’ındır. Ona nispetle eşyanın hakikati yoktur. Her şey onunla kāimdir.[26]. Bu söylemlerin vahdet-i vücudun temelini oluşturduğunu söyleyebiliriz.
Fritjof Capra, bütün bilimsel model ve kuramların, yalnızca yaklaşık bir özellik taşıdıkları ve bunların kelimelerle yapılmış anlatımlarının konuşma dilinin eksikliğine ve muğlaklığına tabi olduklarını, yüz yılımızın başlarına doğru bu görüşlerin kabul görmeye başladığını ifade etmektedir. Çünkü o tarihlerde, hiç de beklenilmeyen bazı gelişmeler ortaya çıkmıştı. Atomların dünyası ile ilgili olarak yapılan araştırmalar, bilim adamlarını, günlük konuşma dilinin birçok şeyi anlatmak için kesin, yeterli ve tam olmadığı konusunda fikir birliğine vardırmıştı. Hele bu dil ve kavramları aracılığı ile atom ve atom-altı fenomenlerin açıklanması hiç mümkün değildi. Ayrıca modern fiziğin iki temel direği niteliğindeki Kuantum ve izafiyet kuramları bize, içinde bulunduğumuz gerçekliğin normal mantık sınırlarını çok aşan bir fenomen olduğunu göstermeye başlamışlardır.
Bu kuramlar da, tıpkı atom-altı araştırmalar ile uğraşan bilim adamları gibi, yeni gerçekliğin alışılageldik konuşma dili yardımıyla açıklanamayacağını belirtiyorlardı. Heisenberg[27] bu konu ile ilgili şunları yazmaktadır:
“Dilin kullanımı ile ilgili sorunların en büyüğü, kuantum kuramı çevresindeki açıklamalarda gün ışığına çıkmıştı. Çünkü ilk olarak burada geliştirilen matematiksel tasarımları ifâde edilebilecek ve açıklayacak karşılıkların normal dilin yapısı, içinde bulunmayışı sorunu karşımıza çıkmıştır. Bunun yanı sıra da kullandığımız ve kullanımlarına alıştığımız kavram ve tasarımlarımızın, atomların yapısını açıklamakta yetersiz kaldıkları gerçeği de bizleri şaşırtmıştır.” [28]
Heisenberg, bu şekilde mistik söylemlere neden başvurmak zorunda kalındığını dile getirmektedir. Batı bir nevi kuantum fiziği sayesinde kavramsal sona gelmiş bulunmaktadır.
Bilim – Gerçeklik İlişkisinin Kuruluş Biçimi
Fizik bilimlerinin konusu tabiatta meydana gelen değişimler olduğuna göre, bu anlamda bilimle gerçeklik arasında nasıl bir bağ olmalıdır?
Şakir Kocabaş’a göre, geçtiğimiz yüzyılın başından bu güne kadar geliştirilmiş olan bilim felsefelerinde bilimsel teori ve hipotezlerin olaylarla sağlanabilirliği, yanlışlanabilirliği, sınanabilirliği ve teorilerin tarihsel gelişimi rekabeti ve izafiliği gibi konular ele alınmıştır. Ancak bunlardan hemen hiç birinde bilimsel teorilerin dayandığı temel kavramlar ve bunların teori içinde meydana getirdiği kavramsal yapılar tafsilatlı bir şekilde ele alınmamıştır.
Şakir Kocabaş, böyle bir kavramsal analiz eksikliği yüzünden bilimle lisan ve gerçeklik arasındaki ilginin daima karanlıkta kaldığını, modern felsefede bilim ve gerçeklik konusunda hemen hemen hiçbir şey söylenmediğini, aslında bir açıdan bu duruma şaşmamak gerektiğini, çünkü böyle bir soruşturma ve araştırmanın öncelikle ciddi bir kavramsal araştırma ve soruşturmayı gerektirdiğini ifade etmektedir.[29] Şakir Kocabaş ayrıca bu konuda şu hususlara da vurgu yapmaktadır:
Bu etkilenmenin boyutlarını görebilmek için vücud (varlık ) kavramının, bu dönem Müslüman bilginlerinin ( Farabi, İbn-i Sina, ve İbn Rüşt ) eserlerindeki yerlerine bakmak yeterli olacaktır. Müslümanlar bu mirasa sahip çıkarken, bunun sağladığı teknik ve sistematik düşünme imkânlarına kavuştuklarını hesap etmişlerdir. Burada teknikten kasıt mantık ve geometrinin sağladığı imkânlar; sistematik düşünme imkânlarından kasıt ise bu mirasın getirdiği kavram sistemidir. Fakat ne yazık ki bunu yaparken farkında olmadan, kendilerine gelen Kur’an ile kazandıkları kavram sisteminden de uzaklaştıklarını görememişlerdir. Eski Yunan düşünce geleneğinin kavramsal yapıları Müslüman düşünürler ve kelamcılar tarafından Kur’an’daki kelimeler dokusuyla ciddi bir şekilde karşılaştırılarak değerlendirilmemiştir. Bu durum Müslümanların ‘tabii lisanında” kavramsal bozulmalara yol açmıştır. Bu bozulmanın en çarpıcı örneklerinden biri vücud (varlık) kavramının lisanlarında, kitapta en temel kavramlardan biri olan Hakk (Gerçeklik) kelimesinin yerine geçmiş olmasıdır. Bu kavramsal bozulma Kitap’taki diğer birçok kelimenin de kullanım çerçevelerinin dışına itilmesine yol açmıştır.”[30]
Şu muhteşem tespitler de bizi düşündürmelidir:
“Batı bilim anlayışının, Yunan düşüncesinden gelen temel kavramlar, mantık ve geometri ile Ortaçağ’da Müslümanlar tarafından geliştirilen cebir, deney, gözlem ve ölçmeye dayandığı bilinen bir gerçektir. Fizik bilimlerde gaye, tabiatta gerçek olarak meydana gelen değişimleri bir lisan içinde belli bir kavram sistemi üzerine kurulan ve ‘teori’ adını verdiğimiz lisan araçları kullanarak incelemek, araştırmak ve teorinin içinde bulunduğu lisanın kavramlarıyla açıklamaktadır. Fizik bilimlerde incelenen olaylar deney, gözlem, ölçme ve hesaplamalar da teori çerçevesinde yapılır. Teorilerde kullandığımız kavramlar ve bunların meydana getirdiği yapı ve daha geniş manada teorinin içinde yer alığı lisan gerçekliliği anlamamız açısından ne kadar uygundur? Teorileri gerçekliliği anlamamız bakımından kullanabilir miyiz? Yoksa teori geliştirmenin amacı sadece, teoriyi kullanan bilim adamlarına bunların kapsamına giren olaylar hakkında öngörüler ve açıklamalar yapabilme imkanı sağlaması mıdır? Halen geçerli teori anlayışına göre bilim ve gerçeklik arasında ne gibi bir alaka vardır?”[31]
İslam felsefesi ve Batı bilim anlayışı Yunan felsefesine dayandığına göre Özellikle Platon’un evren anlayışının ve Doğu mistisizminin hologram felsefesinin temelini oluşturduğunu dikkate alırsak. Bu tür öğretilerde “gerçeklik” temel bir kavram olarak yer almadığı görülecektir.
Kuantum Mekaniği ve Hologram Taraftarları
Kuantum teorisi ve hologram teorisi aynı kavramsal çerçevede savlarını dile getirmektedirler ve aynı soruları sormaktadırlar:
- Hiçbir şey gözlemlenmedikçe gerçek değildir savı gerçeği ne kadar yansıtmaktadır?
- Gerçek olan beynimizle gördüğümüz mü? Yoksa gözlerimizle gördüklerimiz mi?
Bu bilim insanları anlaşılacağı üzere evrende bağımsız tek tek nesneler olmadığını ve evrendeki her şeyin birbiriyle bağlı ve birbirine özdeş olduğunu söylemektedirler.
Albert Einstein, evreni bir bütün olduğunu, tek olduğunu, belki de bu yüzden evrende birbiriyle tamamen ilişkisiz iki şey olmadığını, ilişkilerin görülebildiğinde, evrenin kalbini açacağını, geçmiş, şimdi ve gelecek arasındaki ayrımın ne kadar kalıcı olsa da sadece bir yanılsamadan ibaret olduğunu ifade etmektedir.[32] Kısaca hologram felsefesine göre geçmiş, şimdi ve gelecek, aynı yerde ve zamanda var olur.
Aslında kuantum kuramı ve hologram felsefesi, bize evren hakkında geçmiş, şimdi ve gelecek hakkında açık ve rahatlatıcı cevaplar vermez ve tüm sorumluluğu kucağımıza bırakır. Her şeyin bir yanılsamadan ibaret olduğunu kabul ettiğimizde; doğru yolu göstermek için Allah’ın seçtiği Nebi/Resuller ve onların yaşantılarının anlatıldığı kıssaların bir önemi kalmaz. Ayrıca emir ve yasaklar, kişisel, toplumsal normlar, helal ve haramlar, cennet ve cehennemin varlığı, en önemlisi tekrar dirilişin, hesap gününün varlığı kısaca ahiret inancının bir anlamı kalmaz.
Öze ermiş mutasavvıfların henüz ahiret olmadan özle bütünleşip özde yok olduklarını savunduğumuzda üstelik şirk barındıran söylemle, kainatta tasarruf sahibi olduklarını iddia ettiğimizde, mutasavvıfların hesap gününden bahsetmemiz imkansızlaşır. Ölmüş kişilerden medet ummak normalleşir.
Anlayacağımız üzere hologram felsefesini ve bilimsel anlamdaki kuramsal zamanı ve özellikle mistik söylemleri Kur’an’da aramak boş bir çabadır. Evren bir amaç uğruna gerçek olarak yaratılmıştır. Kur’an’da anlatılan kıssalar geçmiş yaşantılardan bizlere haber verilerek, üstelik ibret almamız için anlatılmıştır. Kur’an’a göre geçmiş yaşantılar ve gelecek, son derece önemlidir.
Rabbimiz, geçmişten ibret alıp şimdiyi şekillendirmemizi, uzak ve yakın gelecek için tüm ibadetlerimizle ve salih amellerimizle hazırlık yapmamızı, tedbirli olmamızı, plan yapmamızı, tabiatı inceleyip medeniyet kurmamızı ve geleceği inşa etmemizi emreder.
Kur’an’a göre kâinatta ani oluşuma yer yoktur. Dünya hayatı ve insana verilen ömür bunun en güzel kanıtıdır. Bir gün hepimiz yaptıklarımızın hesabını tekrar dirilişte tek tek vereceğiz.[33] Kur’an’da Rabbimiz kendisine yönelen her insana mutluluğun ve başarının yolunu öğretmektedir:
- İşte böyle, biz gökleri, yeri ve ikisi arasında bulunan her şeyi, oyun ve eğlence olsun diye yaratmadık. ( Duhan/38)
- Biz onları, gerçek bir amaç için yarattık. Fakat insanların çoğu bunu bilmezler. (Duhan/39)
- Onlara, çevrelerinde ve kendilerinde olan âyetlerimizi göstereceğiz, sonunda onun (Kur’ân’ın) tümüyle gerçek olduğu, onlar açısından iyice ortaya çıkacaktır. Sahibinin her şeye şahit olması yetmez mi? (Fussilet/53)
- Bu gerçek, Rabbindendir, artık kuşkulananlardan olma. (Bakara/147)
Gerçekliği kaynağından öğrendiğimizde sağlam bir temelimiz olur. Ancak o zaman doğru yolda olduğumuzu iddia edebiliriz. Allah Teâla, kendine hâkim olan, daima doğru şeyler yaparak imtihanı kazanan kullarından olmamızı nasip etsin.
Dipnotlar