Örneğin Epiktetus’un düşüncelerinin bugün yeniden canlanması tesadüf değil çünkü hayatta çok işe yarıyor: Zor zamanların ve acı çeken insanların felsefesi. Genellikle zor durumlarla nasıl başa çıkılacağıyla ilgili. Şu yaşadığımız süreçte – pandemide – çok faydalı bir felsefe olduğunu düşünüyorum. Yaşam İçin El Kitabı’nın ilk basit satırı: “Bazı şeyler bize uygundur, bazıları ise değil.’’
Nigel Warburton’un “The Socrates Express: In Search of Life Lessons from Dead Philosophers (Sokratik İfade: Ölü Filozoflardan Yaşam Dersi Arayışı)” adlı kitabı çok satanlar listesine giren Eric Weiner ile yaptığı röportajı zevkle okuyacaksınız.
——-
Felsefe hayatını değiştirilebilir mi? Bu soruya evet diyor en çok satan yazar Eric Weiner. Üstelik konuyu biraz daha karmaşıklaştırarak Needleman’dan Epictetus’a kadar hayat değiştiren beş felsefe kitabı seçiyor:
- Yaşam İçin El Kitabı – Epictetus
- Bir Yaşam Tarzı Olarak Felsefe – Pierre Hadot
- Tanrıyı Beklerken – Simone Weil
- Felsefenin Kalbi – Jacob Needleman
- Temel Sorular – Bryen Magee
Hayat değiştiren felsefe kitapları üzerine yaptığınız seçimlere geçmeden önce, yeni kitabınız hakkında size birkaç soru sormak istiyorum. Epikür, Gandi ve Simone de Beauvoir gibi çok farklı düşünürlerden yaşamak hakkında öğrenebileceğimiz çok fazla merak uyandıran şey bulunmakta. Bunu çok seviyorum ve siz buna sokratik ifade diyorsunuz. Neden?
Sokrates, çok ilgilendiğim, hakkında çok fazla yazdığım pratik, terapötik ve kolayca erişilebilen felsefe için adete bir önder sayılır. Cicero’nun çok ünlü bir sözünde belirttiği gibi Sokrates, “Felsefeyi cennetten yeryüzüne indirip insanların evlerine kadar sokan bir filozoftur.”
Bu tam olarak benim yapmaya çalıştığım şey. Sokrates hakkında 14 bölümden sadece bir tanesi kalmış olmasına rağmen Schopenhauercu ifade demekten- ki bu sadece yaklaşık 10 insanı cezbeder- çok daha iyi bir etkiye sahipti. ‘İfade ‘’ deyişimin sebebi, bildiğiniz üzere ben kısmen bir gezgin yazar, kısmen bir filozofum ve seyahat aracı olarak treni kullanıyorum.
Bazı insanlar filozofların bize hayat hakkında bir şeyler öğrettiğine dair şüpheli yaklaşabilirler çünkü özellikle karikatürde ve bazen de gerçeklikte filozoflar çoğunlukla hayattan el ayak çekmişlerdir.
Burada kullandığın ana kelime karikatürdür çünkü kimse gerçekten hayattan elini ayağını çekmez. Filozofların yalnız ve izole oldukları tespiti, bir kural değildir, aslında bir istisnadır. Atina şehrinin dışında dersler veren Epikür bile bahçede yaşayan ve orda onunla çalışan sohbet arkadaşlarından elinin ayağını çekmemiştir. Hatta huysuz Schopenhauer bile hayatının çoğunu gelişmiş Frankfurt şehrinde geçirmiştir. Operaya gitti ve her gün Enhglischer Hof Restoran’da yemek yedi. Bu yüzden filozofların kötü bir eleştiriye maruz kaldıklarını düşünüyorum. Sanki hiç fiziksel bağlantıları yokmuşçasına beyinleri esrik dünyada yüzen insanlar olarak resmediyoruz fakat bu insanlar oldukça fizikseller. Hatta ara sıra nadir de olsa sosyal insanlardır da. David Hume’nin özellikle büyük bir yalnızlık ve büyük bir sosyallik arasında bocaladığını düşünüyorum. Bu yüzden onlar da bizim gibi insanlar sadece. Küçük bir çaba da olsa filozof kavramına yeniden hayat vermeye çalışıyorum.
Açıkça görülüyor ki bu yaklaşımınıza en iyi uyan filozofları seçmişsiniz fakat bana ilginç gelen şu ki hemen hemen hepsi felsefi akademi sisteminin dışındalar. Tam olarak akademiden bağımsız olma anlamında hepsi bağımsız düşünürler.
Kesinlikle öyle. Ve eğer üniversitede olsalardı (akademik olarak) çok uzun devam edemezlerdi. Nietzsche ve Schopenhauer gibi. Ya atılırlardır ya da kendilerini akademiden attırırlardı.
Bu bir tesadüf mü?
Bunu kasten yapmadım. Şöyle bir geçmişe baktım ve “İşte! Bir profesör olan Immanuel Kant’a çok da yoğunlaşmama gerek yok” dedim. Bunun bir tesadüf olduğunu düşünmüyorum. Akademiye laf atmadan bunu nasıl söyleyebilirim ki? Akademi insanları eğitmek ve eğitim almak için harika bir yer. Fakat çığır açan düşünürler için harika bir yer değil çünkü bir kurum. Filozoflar toplumun üzerinde bulunduğu gemiyi sallıyorlar ancak geminin kaptanı gemiyi nadiren sallar. Bundan dolayı en yenilikçi filozofların – tamamı değil ama büyük çoğunluğu – üniversite sisteminin dışından olmasının bir tesadüf olmadığını düşünüyorum.
Kitabınız otobiyografi olarak yazılmış. Felsefenin hayatınızda oynadığı rol nedir?
Sokrates’in Atina’daki insanların hayatını karışık hale getirdiğinden çok da farklı olmayacak şekilde bazı bakımdan felsefe hayatımı karmaşık hale getirdi. Homurdanıyorsun, bir dizi varsayımlarda bulunuyorsun ve bu, gününü kolaylaştırıyor fakat bir dakika durur ve tüm bu varsayımlarını sorgularsan hayatın artık basit olmaktan çıkıyor. Burada Amerika’da John Lewis isimli çok ünlü bir ölmüş sivil haklar ikonu var. “İyi sorun, gerekli sorundur” sloganına biraz daha yakından bakma ihtiyacı hakkında yazdı. Bence felsefe de tam olarak budur: O iyi bir sorun ve gerekli bir sorundur.
Diğer yandan felsefe bazı şeyleri sorgulamaya başlamama sebep oldu. “Bu kitapları yazmakla yaptığım şeyi neden yapıyorum? Gerçekten karımı ve çocuklarımı seviyor muyum yoksa sadece öyle olduğumu mu düşünüyorum? Tüm bu soruları sormak hayatımı karmaşıklaştırıyor ancak sanırım iyi bir yönde. Epikür ve diğer bazı filozoflar hakkında yazan Daniel Klein’nın güzel bir sözü var:
“Felsefeyi analitik ya da bilimsel bir şey olarak algılamayın! O sadece hayatı genişleten bir şiirdir.”
Buna bayılıyorum. Felsefe benim için tam olarak bunu ifade ediyor: Hayat genişleten bir şiir. Filozof Bryen Magee de bunu ima ediyor aslında. Felsefenin dünyayı romancıların gördüğü gibi görmenizi sağladığını söylüyor. Bilirsiniz, iyi bir roman okuduktan sonra romanı bıraktığınızda dünya size daha aydınlık görünür, renkler daha canlı titreşir ve her şey olduğundan biraz daha farklıdır. İyi bir felsefi yazı okuduğunuzda da dünya size biraz daha farklı görünür. Sanki farklı bir çift gözlük takmışsınız gibi.
Kitabınız hakkında özellikle iki şeyi çok beğendim. Her şeyden önce filozoflar hakkında gereksiz çarpıtılmış şeyler yerine kısa ve öz aktarımlarda bulunmayı başarmışsınız. Bir filozofu daha güzel göstermeye ve özetlemeye çalışırken hep bir ödün verme, anlaşılma eğilimi vardır. Her şeyden önce beni çarpan şuydu ki bu felsefi düşünürleri, çok fazla kelime kalabalığı kullanmamanıza rağmen değerlerini azaltmayarak oldukça ciddiye almanız. Kitabın sevdiğim diğer bir özelliği ise diğer tanıtıcı kitaplara nazaran oldukça nadir ve tuhaf bir şekilde güzel yazılmış olması. Felsefi kitapların yanı sıra birçok felsefe kitabı okudum ve en çok satan yazarların cümlede kelime seçimleri konusunda ne kadar dikkatsiz ve itinasız olduğunu görmek ise beni hep şaşırtmıştır. The Socratic Express (Sokratik İfade) kitabını nasıl yazmaya karar verdiğiniz konusunda biraz daha bilgi edinmek istiyorum. Zannediyorum ki gazeteci olmanız da kitap yazma şeklinizi ve meylinizi beslemiş ve etkilemiştir.
Hem evet hem hayır. Uzun yıllar boyunca gazeteci olarak çalıştım. Gazetecilik merakımı ve bir şeylerin sürekli altını kazma yeteneğimi hala koruyorum fakat gazetecilik hakkındaki birçok şeyden de vazgeçmek zorunda kaldım. Daha kişisel olmayı ve tam olarak ne düşündüğüm ile ne düşünmediğimi ifade etmeyi öğrenmek zorunda kaldım. Bu çok özgürleştiricidir ve birçok gazeteci bunu başarma konusunda oldukça sorun yaşar. Yazar olarak bana gerçekten katkıda bulunan şey, İngiltere’nin BBC’si gibi kabul edilen Amerika’nın NPR’ı için radyoda çalışmaktı. Kaliteli bir radyo için, radyonun sizi kolay ve erişilebilir bir şekilde yazmaya zorlandığınız yazılarla alakalı bir şeyler vardı. Çünkü kitapta olduğu gibi okuyucu geriye gidip “27. sayfadaki şey neydi?” diye soramaz. Sözlü hikaye anlatıcılığı tabi ki yazılı anlatıcılıktan binlerce yıl öncesine dayanmaktadır ve sanırım radyo için bu kadar çok yazmak beni daha iyi bir yazar yaptı.
İyi bir felsefi yazı okuduğunuzda, yazıyı bıraktıktan sonra dünya size daha farklı bir şekilde görünmeye başlar.
Ağdalı yazılardan gerçekten hoşlanmıyorum. Birçok ağdalı yazı okumak ve daha sonra bunları basitleştirerek yeniden yazmak gibi bir girişimim oldu. Bu yüzden kitabım dışardan bakan biri için bazen yüzeysel bir şey söylemek istemiyorum fakat akademik de söylemek istemiyorum gibi görünebilir: Bunu bir iltifat olarak kabul ederim. Çok fazla akademik kitap okuyorum ve berbat birçok kitap da okuyorum. Dolayısıyla her filozofun sadece özünü çıkarmaya çalışıyorum. Bu yüzden olup biten birçok şeyden haberdar olmayabilirsiniz. Bence yazmak denilen şey böyle olmalı. Sonsöz ve dipnottakiler hariç her şeyi görmemelisiniz.
Ben de öyle olması gerektiğini düşünüyorum. Çünkü başka türlü yapamazsınız. Bazı insanlar, “Nietzsche hakkında 5.000 kelime yazıyorum. Bu yüzden Nietzsche’nin söylediklerini Google’da didikleyip bunları yorumlayabilirim” diye düşünür. Fakat sizin yazınız uzaktan yakından bununla alakalı bir şey değil.
Nietzsche’nin birkaç biyografisini okumak zorundasın, sonrasında Nietzsche’nin kendisini okumak zorundasın ve en sonunda da ki en can sıkıcı kısmı budur, okuduğun şeyin çoğunu çöpe atmak zorundasın. Okuyucunun faydalanabilmesi için çöpe atmaya razı olmalısın. Aslında bu akademik kitapların çoğunu okuyucu da okumak zorunda kalmasın diye okumuş oldum.
O zaman hayat değiştiren felsefe ile alakalı beş kitap belirleme eylemi bana tamamen sizin kitabınızı tamamlayıcı bir şey gibi geldi çünkü kendi hatırına okunabilecek bir kitap olmasının yanı sıra aynı zamanda insanlara orijinal yazıları da sunacak. Kitabınla ilginç, en harika şeylerden birisi bu: Sizi bu filozoflar hakkında daha çok okumaya itiyor.
Umarım.
O zaman ilk tavsiye kitap seçiminiz Epictetus’un “Yaşam İçin El Kitabı”na bir bakalım. Her şeyden önce kimdir Epictetus?
Epictetus aslında bir öğretmendir. Filozof olduğunuz düşünürüz fakat M.Ö birinci yüzyılda var olan stoacı felsefenin temel öğretmenidir. Şu an Türkiye olarak bilinen yerde köle olarak doğmuştur. Sonradan özgürlüğüne kavuşmuş, Roma’ya geçmiş, bir süre orada öğretmenlik yapmış ve Yunanistan’da Nicopolis isimli bir şehre sürülmüştür. Stoacı felsefe hakkında orijinal fikirlere sahip olup olmadığını söylemek çok zor. Ondan önce başka stoacılar da vardı, örneğin Rufus ve Zenon, Chrysippus ve diğerleri. Fakat en popüleri Epictetus idi. Bu şekilde, benim yaptığımı yapıyordu. Stoacı felsefeyi popülerleştirdi ve hayranlık uyandırıcıydı: Bir köleden saygıdeğer bir öğretmene dönüşmüştü. Hayatı boyunca topaldı ve çok iyi yürüyemezdi ansak hiçbir zaman boş laf etmezdi. Sarsılmaz bir aşktı. Çok fazla zorlu bir aşk. “Annen için sızlanmayı bırak” diye yazıyordu dizelerinin birisinde.
Birçok kişi Stoacı felsefeyi ahlak kurallarıyla bilir, özellikle değiştirebileceğiniz şeyleri değiştirmek ve değiştiremeyeceğiniz şeyler için de endişelenmemek şeklindeki ahlaki bir yönerge olarak. Bu Epictetus’un oldukça vurguladığı bir şeydi.
Burada, Amerika’da tişörtü yapıldı ve Alcoholics Anonymous da dahil her çeşit insan tarafından satın alındı:
“Bazı şeyler bize uygundur, bazıları değil. Uygun olanlarına odaklanın!”
Bu benim için Epictetus ’un öğretisinin özüdür. Bazı stoacı filozofların aksine, temel dayanağı bizim nasıl yaşamamız gerektiğidir, yazılarının temelini bu oluşturuyor anladığım kadarıyla.
Evet. Etik kavramı biraz alengirli. Bugün insanlar bu kavramı duyduğunda ahlaklılığı ve ahlaklı davranışı düşünüyorlar. Eski zamanlarda ise etik daha çok iyi bir hayatın nasıl yaşanması gerektiği üzerine bir sorgulamaydı. Stoik felsefenin ve Epitetus’un düşüncelerinin bugün yeniden canlanması tesadüf değil çünkü hayatta çok işe yarıyor. Zor zamanların ve acı çeken insanların felsefesi. Genellikle zor durumlarla nasıl başa çıkılacağıyla ilgili. Şu yaşadığımız süreçte – pandemide – çok faydalı bir felsefe olduğunu düşünüyorum. Yaşam İçin El Kitabı’nın ilk basit satırı: “Bazı şeyler bize uygundur, bazıları ise değil.’’ Bu çok açık. Fakat iyi felsefe birçok şeyde olduğu gibi oldukça açık olandır ve bunun bize hatırlatılmasına ihtiyacımız vardır.
Bizim dışımızdaki kontrol edemeyeceğimiz şeylerin olması fakat hala onlar hakkında endişelendiğimizi bilmek beni çok etkiliyor. Gerçeğin, üzücü bir durumun yarattığı depresyonun yıkıcı gücünden bizi kurtarmada yetersiz olmasını anlamak.
Tanıdığımızı zannetmiyorum. Sokrates şu an burada olsaydı eminim şöyle derdi: “Tamam! Bazı şeylerin kontrolünüz altında olduğunu söylüyorsunuz, bazılarının ise olmadığını. Fakat bunları sorgulamayı bırakalım. Bu şekilde davranmaya devam mi edeceksiniz?” Bütün hayatımı sanki her şey benim kontrolüm altındaymış gibi geçirdim. Sanki kitaplarımın çok satan olup olmamasını, sağlıklı olup olmamamı ve dahi ne kadar kazanacağımı ben belirleyebilirmişim gibi.
Stoacılığın ve özellikle Epictetus’un bugün revaçta olması bir tesadüf değil çünkü hayatta gerçekten işe yarıyorlar.
Stoacılık açısından baktığınızda, ne kadar az şeyin kontrolünüzde olduğunu fark ediyorsunuz. Spor salonuna giderken kaza geçirebilirim. Çizgiyi çektiğini sandığınız yerin aslında orası olmadığını fark ediyorsunuz. Bu yüzden ilk adımın Stoacı etik olduğunu düşünüyorum. Bu kitap bu yüzden hayat değiştiren bir kitap. Bir kere neyi kontrol edebileceğinizi fark ettiğinizde, yüzde doksanının içsel olduğunu görüyorsunuz. Burası başlangıç. Bundan sonra içsel parametrelerinizi düzenlemek zorunda kalıyorsunuz, dışarıyı değil. İşte bu, oldukça zor.
Fakat düşüncelerimizi, nasıl hissettiğimizi değiştirebileceğimize dair fikre ne oluyor? Başımıza gelen şeyler hakkında nasıl hissettiğimizi değiştirmek, bu da mı kontrolümüzün dışında? Ya kendi kontrolümüzü belirleyebilecek kadar şanslıyız ya da değiliz?
Sadece bir filozof böyle bir soru sorabilir. Daha önce bu konuda ve mutluluk konusunda da çok fazla düşündüm. Birçok olasılığın içindeyizdir. Ve ben sadece içsel olandan bahsediyorum. Mutlu olma kabiliyetim var ancak ne kadar mutlu olacağım, az ya da çok benim elimdedir. Dalai Lama kadar mutlu olamam belki ama eğer Marcus Aerelius gibi sadece kontrol edinileceğim içsel şey üzerine çalışırsam şu ankinden çok daha huzurlu ve mutlu olabilirim. Bu pandeminin bitmesini ve aşının bulunup bulunmamasını ben kontrol edemem. Tek yapabileceğim şey, bu zorlu durumla içsel olarak nasıl baş edebileceğimdir.
Stoacılık ve varoluşçuluk afrasında benzerlikler olması çok şaşırtıcı. En azından Sartre’ın varoluşçuluğu ve kötü talih arasında. Ona göre çoğumuz ne kadar özgür olduğumuzu bilmeden var olduğumuz bir durumdayız. Bazı şeyleri değiştiremeyebiliriz. Fakat bunlara karşı tavrımızı hala değiştirebiliriz. Buna Sartre gerçeklik diyor.
Bu bağlantıyı daha önce hiç yapmamıştım. Ancak sanırım haklısın. Varoluşçular biraz sıra dışı bu anlamda. Projelerden çok bahsederler, ne yapıyorsan sen o’sundur, diye düşünürler. Aşk yoktur sadece aşkın eylemi vardır. Yardım yoktur sadece yardım eylemi vardır. Stoacıların bunla aynı fikirde olduklarından emin değilim. Senin dışsal olduğu kadar içsel denge ve içsel mekanizma olduğunu da söylerler. Bence varoluşçular oldukça yoğun. Ancak Stoacılar halka, hayata dahil oluyorlar. Ve bir dinginlikten bahsediyorlar ancak varoluşçuların ağzından böyle bir şey çıkıyor mu bilmiyorum.
Stoacılar daha çok kendilerini eğitiyorlar. Entelektüel seviyede bir anlayış değil. Ancak felsefeyi içsel olarak yaşayabilmek için iyi bir mekanizma geliştirme. Kendi hayatın konusunda kontrol edebileceğin bazı teknikler geliştirmelisin ve mantıksız düşünceleri elemelisin.
Ve burada Stoacılık, Budizm ile el sıkışıyor. Bunun bir pratik olduğunu düşünüyorum. Budistler meditasyona sahipken stoacılar ise Pierre Hadort’un tabiri ile kendi tarzda meditasyon ve spritüel egzersizlere sahip. Budizm’deki gibi kolay söze dökülmüyor çünkü Stoacılıkta henüz tam değiliz. Budizm bütün bir spritüellik teknolojisine sahip. Ve günümüzde modern stoacılar Budizm tarzı bir programı Stoacılığın içine koymaya çalışıyor. Buna öngörülmüş talihsizlik deniyor. Seneca’nın dediği gibi en kötü şeyin senin başına geleceği düşüncesi ve hayali. Evet, burada benzerlikler görüyorum. Paralellikler ve örtüşmeler var. Benim kitabımdaki ana tema da Budizm’deki gibi kabullenmek: radikal kabulleniş.
Pierre Hadot’tan bahsettiniz. Artık ikinci bahsettiğiniz bu kitaba geçelim: Bir Yaşam Tarzı Olarak Felsefe’ye. Bu kitaptan ve neden hayat değiştirdiğinden biraz daha bahseder misiniz?
Bu okuduğum ve projemi başlatmam için beni harekete geçiren kitaplardan ilki. Felsefenin faydalı olabileceğine dair fikri ilk bu kitapta buldum. Bildiğiniz gibi felsefe ve pratik kelimeleri sadece bir sözlükte birbirine yakındır. Ancak bu kitap bu konuda tamamen fikrimi değiştirdi. Hadot, Helenistik ve Antik filozoflara odaklanan Fransız bir akademisyendir. 3 tane başlık var: “Antik Spiritüel Egzersizler”, “Şimdi mutluluğumuzdur” ve “Bütüncül Bakış”. Bu başlıklar sizi içine çekiyor ve bırakmıyor. Basitleştirmeden, Antik filozofları pratik ve kullanışlı bir şekilde yazması bana ilham oldu. Ciddi bir akademisyen ve böyle insanlara saygı duyuyorum hayranlık besliyorum. Akademik işlere sıkı sıkıya bağlı ancak bir yandan da bunu diğerlerine açan insanlar. Pierre Hadot işte bunu yapıyor.
Sizin için Antik Yunan felsefesinin pratik yönlerini açığa çıkaran ve hayat değiştiren bir kitap olması gerçekten ilginç. Çünkü bir nevi hayat değiştiren felsefe hakkında kitap yazılması olasılığını da açmış oldu.
Antik kısmı çok da tesadüf değil. Felsefe ne kadar geçmişe giderseniz, işlerin o kadar kolaylaşacağı alanlardan birisi. Söyleyebilirim ki terapötik felsefe özellikle Atina’da doğan ve sonra tüm Yunanistan’a dağılan Epictetus ve Stoacılık’tan, M.Ö 200-300 yıllarında Helenistik çağdan başlar. Yazmalar pratik, anlaşılabilir ve kolay ulaşılabilirdir. Bin yüzyıl sonrasında ise felsefe anlaşılamaz bir şekilde komplike bir hale gelmiştir. Bu yüzden bu kitabın antik döneme odaklanmasına şaşmamalı.
Ve bunu genel okuyucu kitlesine tavsiye ediyorsunuz?
Evet, ediyorum. Sokrates ve Marcus Aerrelius hakkında daha fazla şey öğreneceksiniz ve sonra haklarında daha fazla bilgi sahibi olmak isteyeceksiniz. Normal felsefe kitaplarından biraz daha zor ama tavsiye ediyorum.
Sonraki tavsiye ettiğiniz ise hayatını felsefeden ayırmayan, kalemiyle olduğu kadar bedeniyle de felsefeyi açıklayan birisi. Bu Simone Weil.
Çok ilginç ifade ettiniz. Bunu yorumlamak mı istiyorsunuz? Sanırım bu ifade etmek istediğiniz şeydi ancak ben öyle düşünmüyorum.
Ölüm açıklamasına bakacak olursak… İngiltere’de açlıktan öldü.
Mezarlığına gittim. Mezar taşından başka özel bir şey yok. Bu şekilde olmasını istedi. Ölümü hakkındaki teorilerden birisi kendisini açlıktan ölüme terk etmesidir. Hayatı boyunca anorexia’dan mustarip idi. Ve bunu ölüme sevk etti. Bazıları böyle düşünüyor. Diğerleri ise tüberkülozdan öldüğünü söylüyor. Bu konuya çok takılmıyorum.
Genel hikâye, çağdaşları Fransa’da beslenirken yemeyi reddettiği için öldüğü şeklindedir.
Hayatı boyunca mağdurlar için çok fazla empati duydu. Gençti ve 1. Dünya Savaşı başlamıştı. Fransa ordularında askerler şeker yiyemediği için şeker yemeyi reddetmişti. Soğuk sert yüzeylerde uyudu. Bazıları bunun mazoşistlik, bazıları ise aşırı empatlık olduğunu söyleyecektir. Sanırım aynı zamanda anorexia hastalığını açıklayacak çok fazla psikolojik hastalığa da sahipti.
“Hepimiz filozof olarak doğarız. Ancak büyüdükçe bundan vazgeçeriz’’
Fransa’da oldukça entelektüel ve laik bir Yahudi ailede doğdu. Çocukluğunun çoğunu abisi, 20. Yüzyıl Avrupasının en ünlü matematikçilerinden biri Andre Weil’in gölgesinde geçirdi. Kendim de çok entelektüel bir Yahudi ailesinde büyümüş biri olarak kendimi onla bağdaştırabilirim fakat biliyorsunuz ki 10 yaşındayken Blaise Pascal okuyordu ve Assyro Babylonian ve Sanskritçe – ki bunu acayip kolay bulurdu – dillerini konuşuyordu. Elit Fransız üniversitelerinde Simone De Beauveur’u geçti. Çok iyi eğitimliydi ve entelektüeldi. Ancak beni ilgilendiren kafası değil kalbi.
Seçtiğiniz kitap hakkında bir şey söylemek ister misiniz?
Tanrıyı beklerken yazısının bir antolojisi. Kitabı kolay ve anlaşılabilir ve en ince olanı. Antolojilerinin içinde en iyisi. Felsefesinin temelini oluşturan temel iki tema hakkında: Sabır ve beklemek. İkisi de birbirine çok yakındır adeta ikiz gibi.
İçinden çıkardığınız bir makale var mı?
Evet bir tanesi var: “Reflections on the right use of school studies with a view to the love of god”.
Bu filozofların ve yazarların bazen sorunu ne anlamıyorum. Neden bu kadar uzun ve berbat bir başlık koyarlar ki! Bu gerçekten okul çalışmaları ya da tanrıyla alakalı bir şey değil. Özen göstermekle alakalı ancak çoğumuzun anladığı şekilde değil.
Biraz daha açar mısınız?
Özen göstermek dediğimizde genelde konsantrasyon anlarız. Mesela “Nigel, söylediğim şeye daha çok dikkat etmelisin” dediğimde daha çok “Evet şimdi tüm dikkatini, konsantrasyonunu topla, kulaklarını dört aç ve iyice dinle!” şeklinde anlaşılır. Bu şekilde bir vücudunu kasmadan zihnini daraltmaktan ve odağını bir noktaya indirgemekten bahsetmiyor. Daha çok rahatladığın, gevşediğin ve alıcı olduğun daha geniş bir oluştan bahsediyor. Aktif bir pasif olma hali gibi. Çelişkili görünüyor ancak filozoflar böyle çelişkileri severler. Uyanıksın ve zihnine girecek her şeye açıksın, ne olması, nasıl olması gerektiğine dair beklentin yok, kendini genişletmişsin gibi. Kendini kısaltıp daraltmıyorsun. Aynı dediğim gibi: “Bütün düşüncelerin üzerinde boşluk, bekleme, arayışta olmama, çıplak gerçekliği ve nesneyi almaya ya da sızmasına hazır bulunma”.
Simone çok sıklıkla şöyle söyler: “Düşünce bir fikrin üzerine hemen atlar ve ona tutunur, böylece blokaj oluşur. Bunun sebebi bizim sürekli aktif olmak istememiz ve bir şeyler yapmak istememizdir. Bu beni uçurdu. Çünkü hayatımı tam tersi yaşıyordum. Aktif olmak istiyordum. Tüm hayatım boyunca hep arayıştaydım. Onun teklif ettiği ise bir tür aramaktan çok beklediğin aktif-pasif bir bekleme haliydi. Buna “Tanrı’yı beklerken…” diyordu. Ancak sen gerçeği beklerken ya da sadece beklemek diyebilirsin. Ben sadece beklemek başlığını tercih ediyorum çünkü sadece bununla alakalı. Spritüel ya da dinsel hayatı oldukça karmaşık… Şimdi oraya girmek istemiyorum. Katolik eğitimi aldı fakat hiç Katolik olmadı ve vaftiz edilmedi de. Çok karışık. Onun için dinselden çok spritüal bir figür demek istiyorum. Ve ayrıca filozof.
Başlıkların nereden geldiğini biliyorum.
Başlıklarda çok iyiyimdir.
Argümanının öngörü süreciyle alakalı görüşle tutarlı olması dikkat çekici. Algısal bilinç bulmayı umut ettiğimiz şeyle alakalı değişimi saptamaktır. Ve her şeyin umduğunuz gibi olduğunu sandığınız bir biçeme kaymak çok kolaydır.
Şu psikologların bahsettiği doğruluk sapmasından bahsediyorsun.
Bir yönü muhtemelen bu. Fakat daha çok, algısal hayvanlar gibi az ya da bir tür kesin sabitliği sandığımız sinirsel süreç teorisinden bahsediyorum. Dünyaya beklentilerimizi yansıtıyoruz ve bir değişim yakaladığımızda bu beklentilerimize bir çeki düzen veriyoruz ve bu şekilde öngörüsel sürecimizin devam etmesini sağlıyoruz. Bu çok etkili fakat bu gerçekliğe hile yapmaktır. Çünkü gerçekten ne olduğunu her zaman saptayamayabiliriz.
Kesinlikle. Bu yüzden kapana kısılıyoruz. Thoreau kısmında bundan biraz bahsettim; görme, görmek hakkındaki teoriler ve nasıl gördüğümüzle ilgili. Vizyon denilen şeyi fotoğraf zannediyoruz. Aslında sen değil, gözlerin benim bir fotoğrafımı çekiyor. Sanki beyninle sohbet ediyormuşsun gibi. Bir insan görüyorum ve bunun Eric olduğunu zannediyorum. Günümün yüzde doksanını bu düşünce kaplıyor ve geriye kalan yüzde onunu mahvediyor. Gerçekten. Çok ciddiyim.
Bu aynı odadaki gorilla fenomenine benziyor: gerçekten başka bir şeye odaklanmışsanız görmeyi umut etmediğiniz şeyler, eğer siz gerçekten görülebilmeleri için açık değilseniz bilincinizde ortaya çıkmazlar.
Ben şunu söylüyorum: sadece görmeyi beklediğimiz şeyleri görürüz; diğer türlü bir şey görmeyiz. Öncede geniş çerçevede gördüğümüz şeyi görürüz. Bence bütün icatlar gittikçe büyüyen bir şekildedir. Çünkü mesela daha önce insanların hiç görmediği ve deneyimlemediği bir şey, teoriyi icat ederseniz, insanlar “Ben bununla ne yapıcam ki!” diyecektir. Bu konuya gerçekten çok kafa yordum.
Tamam. Sonraki seçiminize geçelim. Bu bilmediğim bir kitap: “The Heart of Philosophy (Felsefenin Kalbi)”. Jacob Needleman’ın bir kitabı.
Kendisi oldukça spritüal olmasının yanı sıra bir felsefe profesörüdür. Onun bölümünün ismi: “Departmansız Teklif (Non-departmental Offering)”. Burada felsefeyi büyük halk kitlelerine açma ve San Francisco’da felsefe seansları yapma girişiminde bulundu.
Kitabın ne hakkında olduğundan bahseder misiniz biraz?
Bu biraz içgüdüsel felsefi bir güdü diyebilirim. Tek bir filozof hakkında değil. Kapsamlı değil. Felsefileştirmeye sebep olan etki ve bunun bize faydası hakkında. Ve başlığında söylediği gibi: Felsefenin Kalbi Duygusal. Başlık beni çarptı çünkü felsefenin bir kalbi olduğunu bilmiyordum. Bu işin sadece kafada olduğunu zannediyordum anca Needleman beni bunun tersine ikna etti. Benim kitabım gibi biraz otobiyografik. Bir arkadaşı hakkında, onunla nasıl Filedelfiya’da oturmaya başladıklarından bahsediyor ve bir çocuğun sorduğu gibi sorular soruyor: Neden hiçlikten daha başka bir şey var? Uyuduğunda ne olur? Bu tarz çocuksu sorular merakla doludur. Arkadaşı 14 yaşındayken ölüyor ve bu olay Needleman’ı felsefeye yönlendiriyor. Annesinin istediği tarzda olamasa da -yarar sağlama açısından- tam bir doktor oluyor, bir profesör. Biraz kendini küçümseyen bir tarzı var.
“Söyleyebilirim ki terapötik felsefenin altın çağı M.Ö 200 – 300 Helenistik dönem idi.”
Kitapta bir cümle var, beni Kaliforniya Oakland’da onun evine kadar götürten. Bu cümle şu ki: “Toplum olarak soruları deneyimlemeden problemleri çözme ya da soruları deneyimlemeden huzura ulaşma eğilimimiz var.”
Bu beni yerle bir etti. İnanılmaz derin, inanılmaz açık, inanılmaz doğru, inanılmaz sokratik idi! Kalktım evine gittim ve çay içerken bunun üzerine konuştuk. Soruları deneyimleme ihtiyacımız ve cevapları aramama, boş verme fikri üzerine.
Yani diyorsunuz ki sorular üzerine yeterince kafa yormazsak cevaplar çok gereksiz ve saçma gelecektir!
Sanırım kendi cahilliğimizle oturmaya ve uzun uzun şüphe etmeye istekli değiliz. Bu bizi rahatsız ediyor, daha çok hemen sorunu çözmek istiyoruz. Mükemmel bir çözüm olmasa bile insan olarak görevleri tamamlama ihtiyacımız gibi bir özelliğimiz var. Bir Rus psikoloğun bize kazandırdığı, Zeigarnik etki diye bir şey var. Psikolog restoranlarda garsonların siparişi aldıktan sonra mutfağa bildirene kadar hiçbir şeyi akıllarına karıştırmadıklarını gözlemledi. Bu bitmemiş iş olayı bizim başımızın etini yiyor nerdeyse. Belki bu şekilde yaratıldık ancak Needleman’ın ve Sokrates’in tavsiye ettiği şey cehaletimizle biraz oturma ve soruyu deneyimleme ihtiyacımız. Bu hayatımda da karşıma çıkan bir şey. Problemimi çözüyorum yoksa soruyu mu deneyimliyorum? Problemi çözüyorsam sorunu deneyimlediğimde olduğumdan daha az bir insanım. En nihayetinde cevapları almak istiyorsunuz. Felsefenin sadece sorular sorma ancak cevapları almama olduğu inancında değilim. Tıkanıklık burası. Bu yüzden kimse çocuğunu üniversitede felsefe okutmak istemiyor. Fakat sorulara başka açıdan bakmak istiyorsanız bu deneyimlemenin bir parçası.
Sana sormak istiyorum: Bir problemi çözmemek sadece soruyu deneyimlemek sana ne ifade ediyor?
İlk aklıma gelen cevap sorunun gerçekten önemli olduğunu hissetmezsen aldığın cevaplar da önemsiz olacaktır. İkincisi ise senin de dediğin gibi belirsizlikle baş edebilme olabilir. Bu bizim en temel insani olgumuzdur. Yarın ne olacağını bilmiyoruz. Ancak bir kısmımız biliyormuş gibi davranıyor çünkü bu hayatı kolaylaştırıyor. Fakat daha felsefi bir açıdan bakacak olursak sonraki 10 dakikada ne olacağı ya da gelecek beş yılda ne olacağı çok daha belirsiz. Daha da fazlası neden sonucu bilebiliriz ve buna rağmen hala belirsizlik içindeyizdir. Çünkü küçücük değişimler çok büyük sonuçlara yol açabilir.
Bilim ve başka şeyler yoluyla bu belirsizliği tolere etmeye çalışmak yerine, algılanan risk ve algılanan belirsizliği azaltmaya çalıştık hep. Ancak bence, Needleman da Sokrates ve yazdığım diğer filozoflar da belirsizliği azaltmaya değil, onu daha çok tolere etme üzerine çalışmamız gerektiğini söyleyeceklerdir. Gördüğümüz üzere bilim, bazı alanlarda belirsizliği azaltıyor, bazılarında ise çoğaltıyor. Mesela pandemi, teknoloji ile çözülecekmiş gibi durmasına rağmen teknoloji yüzünden artıyor da. Uçaklar virüsü yayarken sosyal medya iyice çarpıtıyor. Bu da hayatımızı daha karmaşık hale getirdi.
Ayrıca belirsizlikle barışmada dini kucaklamanın da bir tür telafi olduğunu düşünüyorum. Çünkü dünyevi olarak çok fazla belirsizlik olsa da en nihayetinde her şey çok açık ve çok net, tabi eğer bu açıdan bakacak olursanız.
Ateist ve agnostik arkadaşlarımın çoğu, dinin bir düzenbazlık olduğunu düşünüyorlar. Bu bambaşka bir konu. Ben böyle düşünmüyorum ancak sana katılıyorum. Budizm gibi dinler hem kesinlik hem de belirsizlik içeriyor. Yani senden her şeyin değiştiğini ve geçici olduğu bu akışı fark etmeni istiyorlar. Japon filozoflar geçicilik hakkında çok yazıyorlar. Japonlar Sakurayı, kiraz çiçeğinin açılmasını kutluyorlar. Sakuralar sadece üç gün boyunca çiçek açıyorlar sonra ise hepsi gidiyor. Ve bunda acayip bir güzellik buluyorlar. Bizim kötü olarak gördüğümüz şeylerde bir güzellik buluyorlar. Yüzüyor, akıyor, geçiyor, gidiyor… Bu da belirsizliğin bir formu. “Hayır, bu da çok güzel!” diyor Nietzsche de.
Son kitabına geçelim: Nihai Sorular (Ultimate Questions) – Bryan Magee.
Onu tanıyor musun?
Bir keresinde trendeyken çok uzun bir muhabbetimiz olmuştu. Oxford’dan Londra’ya gidiyordum. Yanıma oturuverdi ve çok ilginç bir muhabbetimiz oldu. Filozoflarla yaptığı röportajlardan oluşan yaptığı TV programı ve tüm bunları nasıl hazırladığı hakkında konuştuk. Çok ilgiliydim çünkü konuşmalardan oluşan bir podcast suncusunun, Philosophy Bites’ın bunu yapma tarzıyla ilgileniyordum. Televizyona yapılan yatırımdan dolayı Amerika’ya gitmek durumunda kaldılar ve böylece kamera önüne geçmeden önce de çok fazla derin sohbet etme fırsatı yakaladılar. Aksine ben çok yoğun bir şekilde hazırlanmam fakat insanların söyledikleri şeye karşılık verir ve daha açık olmaları konusunda insanları cesaretlendiririm. Ya da dinleyicilerin aklında olabilecek diğer karşısavları yönlendiririm.
Philosophy Bites’ın en sevdiğim bölümü derleme bölümüydü: İnsanlara “Felsefe nedir?” diye sorduğunuz bölüm. En sonunda insanlara bunu soruyorsunuz ve bir toparlama yapıyorsunuz. Aman Tanrım! Aynı fikirde olamazsınız diye düşünüyorum.
O bölümde bu sorunun 57 farklı cevabı vardı.
Evet. Felsefenin ciddiye alınmadığını düşündüm. Eğer psikologları ve fizikçileri sorsaydınız ortalık bu kadar darmadağın olmazdı.
Bazı örtüşen cevaplar vardı. Felsefenin bir aile benzerliği terimi olduğunu söyleyebilirdiniz: Cevaplar arasında örtüşen benzerlik kalıpları. Röportajcıların çoğu argümanlardan, yansıtmalardan ve kavramlar üzerinden nasıl yaşadığımızdan bahsetti. Birileri buna gülerken bu tarz şeyler olmaya hala devam ediyor.
Ben harika olduğunu düşündüm.
Bryan Magee’den Schopenhauer hakkında konuşması için Philosophy Bites’a çıkmasını rica ettim. Fakat bunun için Schopenhauer’i tekrardan okuması, olası sorular nasıl cevaplayacağını düşünmesi gerektiğini ancak hiç vaktinin olmadığını çünkü oldukça yaşlı olduğunu söyledi. Maalesef bunu yapmadı fakat yapsaydı muhteşem olacaktı.
Schopenhauer’i tekrardan okuması gerektiğini zannetmiyorum.
Kitap seçimine geri dönelim: Bryan Magee kimdir ve niçin bu kitabı seçtiniz?
Bryan Magee 20. yüzyıl filozofu, öğretmeni ve parlamento üyesidir. İlginç bir kombinasyon. Ona ilk olarak Bir Filozofun İtirafları kitabıyla denk geldim. Kişisel ve felsefi, akademik ve erişilebilir olanın mükemmel bir kombinasyonu diye düşündüm. Ne yazdığı değil, nasıl yazdığı ve kim olduğuydu beni etkileyen. Editörüm diyor ki bir okur iyi bir yazarı her yerde takip eder ve bu Bryan Maggee: Onu her yerde takip ederim. Onu her zaman düşünceli bulmuşumdur, yaşlı bir yazar olarak çocuk merakına sahip. Filozofun yetişkin beyinli 7 yaşında bir çocuk olduğu söylenilir. Ve bence Maggee de öyle. Oxford’da akademinin hiyerarşisini sallamış olmasına rağmen merak duygusunu asla kaybetmiyor.
Aslında her zaman akademinin uçlarındaydı. Arkadaşları vardı ancak asla bir fakülte üyesi olduğunu zannetmiyorum.
Başka bir yabani filozof daha. Oldukça tanınmış fakat aynı zamanda da oldukça ulaşılabilir. Nihai sorular bence onun ölmeden önceki son kitabı ve çok ince, sadece 127 sayfa. Ve metodolojik değil. Anladım ki favori kitaplarım metodolojik olmayanlar. Schopenhauer’un makaleler koleksiyonu gibi. Çağdaş favori filozoflarımdan birisi 19. yüzyıl favori filozoflarından birisi – Schopenhauer – ile el sıkışıyor. Sanırım Maggee bu ezik Schopenhauer’u sevdi ve onun aydınlık tarafını gördü. Çünkü sıklıkla pesimist olarak adlandırılır Schopenhauer. Maggee aynı zamanda müziğe olan tutkusundan da bahsediyor. Ve müzik dinlerken nasıl hissettiğine dair bir alıntı var:
“Müzik dinlediğimde müziğin kendisi oluyorum.”
Bu çok felsefi, çok dinsel ve çok spritüal. Deneyimlese bile aslında bir akademisyen asla böyle bir şeyi yazmaz. Sanırım hayatının sonlarına doğru Magge şöyle diyor: “Sal gitsin, neyi istersem onu yazarım.” Nihai Sorular da ayrıca iyi bir başlık kitabın içinde.
Yazarken aynı zamanda öleceğinin de farkındaydı. Çünkü kendi ölümüyle de boğuşuyordu.
Ölümden korktuğunu anlamıştı. Bence gayet cesurca bir şey. Tüm bilgisine rağmen ölünce ne olacağını bilmiyordu. Bu büyük sorularla boğuşmak yaptığı son şeydi. Bu Maggee ve felsefe hakkında sevdiğim diğer bir şey. Bütün olay büyük sorular sorabilmek ve bunu eğlenceli bir şekilde açığa vurmak fakat bu soruları küçültmez.
Bence Maggee çok samimiydi. Müzikle ilgili söylediğiniz şey… Onu bir keresinde Oxford’da konserlerde gördüm. Sosyal bir etkinlik değildi ancak her şeye katılıyor gibi görünüyordu. Müzik dinleyecekti ve sanırım bunu da felsefi bir şekilde yapacaktı. Bazısı kariyer için yapar bazısı ise gösteri için. Onun içinse tamamen ayin gibiydi. Daha iyi anlamak, insanlarla konuşmak, fikirleri hakkında yazmak ve okumak hakkında büyülenmişti. Akademinin gözünde bir gazeteci gibi görünse de tam bir filozoftu. Bazıları böyle hissetmeyebilir ancak benim için çok gerçekti çünkü önemsedi, meseleler hakkında ciddiydi, dürüst bir şekilde iletişim kurdu ve düşünceleri konusunda netti.
Tutkuluydu. Başa dönecek olursak Sokrates’te felsefe merakla başlar. Benim için önemli olan şey bu merak hissi. Merak (wonder) ile ilgi (curiosity) arasındaki farktan kitabımda bahsettim biraz. Sürekli birbirlerinin yerine kullanılırlar ancak hafif bir fark var. İlgi biraz daha acelecilik ve sabırsızlık barındırıyor. Sürekli ondan ona geçme gibi bir şey. “A burada bir şey var! Ne ilginç! Bir dakika burada da bir şey var! Bakim! Bu daha da ilginç!” gibi bir şey. Merak ise daha çok ilginin ayakları yere basan şekli gibi. “Burada bir şey var ve biraz burada kalıp bunu merak edicem!” demek gibi. Bir derinleşme, genişleme hissi gibi ve daha çok bir çocuğun merakı gibi.
Yazdığım tüm kitaplar ve Hayat Değiştiren Kitaplar’da bahsettiğim tüm bu filozoflar, hepsi kaybetmediği çocuksu bir meraka sahip. Ancak 5 yaşında çocuk gibi yazmaları gerektiğini kast etmiyorum. Daha karmaşık cümleler kurabilirsin ancak çocukken sahip olduğumuz merak duygusunu da kaybetmeyebilirsin. Hepimiz doğuştan filozofuz fakat büyürken bundan vazgeçeriz. Fakat çok azımız Bryan Maggee gibi bunu kaybetmeyiz.
Teşekkürler. Son bir şey daha konuşmak istiyorum. Bryan Magee çağdaşlarını bazen eleştiriyordu. Onları komplike yazmak ve net olmamakla suçluyordu. Bunda oldukça da haklı. Kendisi bu konuda Schopenhauer’u örnek almıştı çünkü oldukça açık yazıyordu. Filozofların karmaşık olmaması, daha çık olmaları ve net olmaları konusunda tartışıyordu. Ancak onların kendisiyle aynı fikirde olmalarını beklemeden.
Tüm jargonlarda olduğu gibi, senden olmayanı gurubun dışına atma eğilimi. Neden insanları felsefe kulübünden atmak istedikleri beni aşar. Einstein bir şeyi basitçe anlatamıyorsan ne olduğunu anlamamışsındır, der. Ve bence çok doğru. Eğer bir şeyleri gerçekten anladıysanız onu çok basit bir şekilde ifade edebilirsiniz. Eğer biraz dahi olsa anlamadıysanız çok daha karmaşık ve süslü bir dille aktarmak zorundasınızdır.
Çeviren: Su Çelikli
Kaynak: Life-Changing Philosophy Books, www.fivebooks.com, 2020.