Tarih boyunca dinleri ve bilimi sıkça karşı karşıya getiren sorulardan biri şudur: ‘’Dünya evrenin merkezinde mi?’’ Kendini beğenmiş insanlık, gerçekten her şeyin merkezinde mi yer alıyor?
İnsanın çevresi ile merak dolu ilişkisi soruları da beraberinde getiriyor. İnsanlık bulunduğu durumu daha iyi anlamak için düşündü, sorguladı ve anlamsız olana anlam kazandırmaya çalıştı. Sürekli bir döngü içerisindeki gökyüzü, ilk dikkatini çeken şeylerden bir tanesi oldu. Gündüzleri, baktıklarında gözlerini yoran, ışıklar saçan bir cisim ile karşılaştılar; geceleri ise bakmaya doyamadıkları beyaz noktalar ile. Medeniyetler boyunca farklı isimler ve hikayeler ile anlamlandırmaya ve sorularını cevaplamaya çalıştılar.
Evrenin merkezine dair ilk teoriler
Müthiş filozoflarıyla ünlü Eski Yunan’da varoluşun, gerçeğin ve evrenin cevaplarını arayan düşünürler, sonsuz sorular hakkında cevaplar aramaya ve tartışmaya başladılar. Bu soruların bir kısmı yaşadıkları yeryüzünün üstünde yer alan gökyüzü ile ilgiliydi. Dünya’nın ve diğer gök cisimlerinin hareketlerine dair ilk cevaplardan birini Anaksimandros ortaya attı. Gözlem ve rasyonel düşünceyi bir araya getiren Anaksimandros oluşturduğu evren haritasında silindir şeklindeki Yer’i merkeze yerleştirdi. Oluşturduğu “Yer Merkezli” model aynı zamanda Hesiodos’un
mitolojiden yararlanarak açıklamaya çalıştığı evren hikayelerinden farklıydı.
Diğer gezegenler, Güneş ve Ay bu modelde görünmez bir dairenin üstünde sıralanmakta ve Dünya’nın etrafında hareket etmekteydi. Gözlem ve rasyonel açıklamalar ile Astronomiyi de icat etmiş bulundu. Hemen hemen aynı tarihlerde Pisagor, Dünya’nın küre şeklinde olduğunu düşünmüş ancak merkezeyerleştirmemiştir.
Filolaos’un modeli
Filolaos, Pisagor’un bu çalışmalarından, öğretilerinden ve aynı zamanda mitoloji ve inançlarından etkilendiği bir model geliştirdi. Oluşturduğu bu modelde ilahi bedenlere, elementlerin saf bir şekilde bulunduğu Olympos’a ve tutulmaları açıkladıkları “Karşı-Dünya’ya” yer verdi. Aynı zamanda Dünya, Ay ve Güneş’in görünmeyen bir “Merkezi Ateş” etrafında döndüğün fikrini ortaya atmıştır. Her ne kadar Güneş ile ilgili düşünceleri yanlış olsa da ve var olmayan “Karşı-Dünya” teorisini içerse de Filolaos’un oluşturduğu bu model, birçok kişi tarafından kabul edilen ilk modeldir. Daha sonra Anaksimandros ve Filolaos’un Pisagorcu modeli gerçeği arayan diğer filozoflara yol göstermiştir.
Aristotelesçi Evren Modeli
Platon’un Devlet’i ideal bir toplum düzeninden bahseden siyasi bir felsefe eseridir. Bu eserin son bölümünde “Er Efsanesi” adı altında bir hikaye anlatılmaktadır. Savaşta hayatını kaybeden Er’in yaşam sonrası hikayesini anlatırken elinde mil tutan Ananke ve diğer tanrıçalardan bahsedilmektedir. Tuttuğu milin etrafında 8 yörünge ve bu yörüngelerin üstüne yerleştirilmiş yıldızlar ve gezegenler yer almaktaydı.
Mitolojiyle birlikte oluşturduğu bu evren modelinde Dünya hareketsiz bir küreydi ve evrenin merkezinde yer alıyordu. Platon ile çalışan Knidoslu Eudoxus, hikayenin önerdiği modelin üstünde çalışarak mitolojinin yerine matematiğin ön planda olduğu bir sistem ortaya attı. Gezegenlerin hareketlerinden ve yörüngelerden bahsettiği bu model kısa süre sonra Aristoteles tarafından daha da geliştirildi. Aristotelesçi sistem olarak adlandırılan bu sistem, dönemin kabul gören “Yer Merkezli Evren” anlayışını oluşturdu. Sisteme göre küre şeklindeki Dünya, Evrenin merkezinde yer almakta ve diğer gezegenler transparan küreler üzerinde yer almaktaydı. Bu kürelerin hareketlerinin farklı olduğunu ve beşinci madde “aether”den oluştuğunu söylüyordu. En iç kürede Ay’ın bulunduğunu ve jeolojisine dair açıklamalarda da bulunmuştur.
Aristarkus’un attığı temeller
Dünya’nın başka bir cismin etrafında döndüğü fikri Filolaos’tan sonra ilk defa Aristarkus tarafından ortaya atılmıştır. (Filolaos Güneş’i merkeze koymak yerine “Merkezi Ateş”i merkeze yerleştirmişti.) Bu döneme kadar Heraclides Dünya’nın kendi ekseni etrafında döndüğünü, Venüs ve Merkür’ün Güneş’in etrafında döndüğünü söylemiş ancak Güneş ve geriye kalan gezegenlerin Dünya’nın etrafında döndüğünü söylemiştir.
Aristarkus, Güneş ve Ay’ın boyutlarını ve Dünya’ya olan uzaklıklarını hesaplamış, Güneş’i Dünya’nın 6-7 katı büyüklüğünde olduğunu söyleyerek daha büyük bir cismin merkezde olması gerektiğini savunmuştur. Arşimet “Kum Hesaplamaları” kitabında Aristarkus’un bu modeline yer vermiştir. Aristarkus aynı zamanda yıldızların çok uzakta olduğunu çünkü ‘’parallax’’ olmadığını fark etmişti. Ancak o dönemde Güneş’i merkeze koyan teoriler genellikle kabul görmemiş hatta Aristarkus yaşadığı dönemde Güneş’in merkezde olduğunu kabul ettiği için dinsizlikle suçlanmıştır. Yüzyıllar sonrasında ise Aristarkus’un bu modeli Kopernik’in çalışmalarına kaynak olmuştur.
Batlamyus’un çalışmaları
Aristoteles’in modeli iki yüzyıl boyunca genel olarak kabul edilse de hala tartışılmaya devam ediliyordu. Tartışmalara uzun bir süre ara verdiren model ise Batlamyus’un Dünya’nın sabit olduğunu ve evrenin merkezi kabul ettiği model oldu. 16. yüzyıla kadar kabul gören bu model Antik Yunan, Helenistik dönem ve Babil astronomisinin bir araya gelmesinden oluşuyordu. Bu çalışmalarını topladığı “Almagest” eseri birçok gök bilimcinin ilham kaynağı oldu. Batlamyus’un ortaya attığı model daha önceki yer merkezli modellerden ayrıldığı en önemli nokta ise gezegenlerin sabit bir hızla değil yörüngelerinde değişken hızlarla ilerlemesiydi.
Yüzyıllar boyunca gök bilimciler Batlamyus’un çalışmalarını kaynak aldılar. İslam dünyası da genel olarak bu modeli kabul etti. İbn-i Heysem 11. yüzyıl’da Batlamyus’un modeli ile ilgili eleştirilerde bulundu ancak eleştirisi modelin detayları ile ilgiliydi, yer merkezliliği kabul ediyordu. Orta Çağ’a kadar birçok gök bilimci hala cevaplanmayan soruların cevaplarını Batlamyus’un çalışmalarını ve kendi gözlemlerini kullanarak cevaplamaya çalıştı. Uzun bir süre boyunca var olan teoriler sürekli sorgulandı, birçok hata bulundu. Kilisenin yaratılışçı düşünceleri ile örtüşen Yer Merkezli Model artık bir standart haline gelmişti.
Kopernik’in çalışmaları ve tekrardan başlayan tartışmalar
1543 yılında yayınlanan “Göksel Kürelerin Devinimleri Üzerine” adlı eserde Kopernik, Dünya’nın ve diğer gezegenlerin sabit bir Güneş etrafında döndüğünü yazmıştır. Bu dönüşün bir yılda tamamlandığını ve Dünya’nın da kendi etrafında dönmesinin bir günde tamamlandığını söylemiştir. Hatta bu teoride Güneş merkezde değil merkeze yakın konumlandırılmıştır. Aristarkus’un Güneş merkezli teorisinden de yararlanan Kopernik, eserinde Batlamyus’un hatalarını düzeltmiş ama yine de gezegenlerin dairesel yörüngeleri, dış çemberler ve sabit hızlar hakkında yanlış açıklamalarda bulunmuştu. Bu kitap Kopernik’in öldüğü yıl yayınlanmış ve kilisenin doğru bir takvim yapmasına olanak sağlamıştır. Giderek yaygınlaşan fikirleri hala tartışılmakta ve çok az astronom tarafından kabul görmekteydi.
Bu astronomlardan bir tanesi de Giordano Bruno‘ydu. Reddedenler astronomlardan Tycho Brahe, Dünya’nın hareket ettiği fikrini dini, astronomik ve fiziksel nedenlerden dolayı reddetti. Aristoteles fiziğin açıklayamadığı cisimlerin hareketleri için kullandığı “aether (ether)” terimini kullanarak ve kutsal kitabı kaynak göstererek Kopernik’in çalışmalarını eleştirdi. Ortaya attığı Tychonik modelde Dünya hariç bütün gezegenler Güneş’in etrafında, Güneş, Dünya’nın etrafında dönmekteydi. Kepler, Brahe’nin asistanı olarak işe başladı. Brahe’nin gözlemevinde, onun çalışmalarıyla astronomide çığır açan keşiflerde bulundu. Geliştirdiği gezegensel hareket yasaları ile Kopernik’in gezegen hareketlerine dair olan teorilerini değiştirdi.
Mars’ın hareketlerini, Dünya’yı merkeze koyarak inceleyen Kepler, yörüngedeki yanlışları fark etti. Ancak Güneş’i merkeze koyduğu zaman Mars’ın hareketleri açıklanabiliyordu. 1617-1621 yılları arasında Güneş Sistemi’nin Güneş Merkezli bir modelini oluşturdu. Oluşturduğu modelde tüm gezegenlerin yörüngeleri ayrı ve mevkileri daha doğruydu. Kepler’in çalışmaları kabul görmedi ve Katolik Kilisesi’nin yasaklı kitaplar listesinde yer aldı.
Kepler’in çalışmalarına göre Mars’ın yörüngesel hareketleri
1608 yılında Hans Lippershey tarafından icat edilen teleskop gezegenler hakkında daha detaylı bilgiler elde etmeyi sağladı. 1609 yılında, Galileo geliştirdiği teleskop modeli ile yaptığı incelemelerde Jüpiter’in uydularını ve Güneş’in hareketini fark etti. Cizvit gök bilimciler tarafından onay gören çalışmalar, onların evren modeli hakkındaki fikirlerini de değiştirdi. Galileo, Güneş merkezli evreni savunarak, kutsal kitaba aykırı olmadığını dile getirdi. Dünya’nın hareketinin, aslında Güneş’i hareketli gösterdiğini söyledi. 1616 yılında Katolik Kilise, Galileo’nun eserlerini yasakladı ve Kopernik’in modelini esas kabul etti.
Newton’un bilimsel çalışmaları ve tartışmaların sona ermesi
Isaac Newton, 1687 yılında “Doğa Felsefesinin Matematiksel İlkeleri” çalışmasını yayınladı. Evrensel kütleçekim yasası ile Kepler’in gezegensel hareket yasalarına açıklık getirmiş oldu. Böylelikle Güneş merkezli sistem, modern bir bakış açısıyla kabul görmüş oldu. Yer çekimi, gezegenlerin hareketlerini ve düzeni açıklıyordu. Öncesinde açıklanamayan, gizemli ve büyülü güce bir isim koymuş oldu.
Katolik Kilisesi’nin inadı 18. yüzyılın ortalarına kadar devam etti. 1758 yılında yasaklı kitaplar listesinden Güneş merkezli teorilerin yer aldığı eserlerin bir kısmını kaldırdı. Papa XIV. Clemens tarafından 1774 yılında bir gözlem evi kuruldu. Herkes Güneş merkezli sistemi kabul etmeye ve ötesi ile ilgili sorulara odaklanmaya başladı. Günümüze yaklaştıkça uzay ile ilgili yapılan çalışmalarda başka galaksiler, yıldızlar ve cisimler keşfedilmeye devam edildi ve Güneş Sistemi’nin merkezine dair sorular yerini yeni sorulara bıraktı.
Arman Darcan