Gündelik hayatlarımızda iletişimimizi sağladığımız en önemli araçlardan biridir dil. Kültürel olarak toplumlar arasında farklılıklar gösteren bu güçlü yapı, tarihsel süreçte birçok değişime uğramıştır. Tabii ki toplumsal anlamda dil üzerinde duracağımızdan sadece bir iletişim aracı tanımlamasından öteye bakmamız gerekmektedir.
Dil ve Toplumsal Cinsiyet
Toplumsal cinsiyet, anne rahmine düştüğümüz andan itibaren üzerimizde etkili olmaya başlar. Biyolojik cinsiyetlerimize göre birtakım toplumsal normlar tarafından çepeçevre sarılırız. Örneğin eğer cinsiyet kız ise pembe renkli eşyalar oğlansa mavi renk ağırlıklı eşyalar hazırlanır.
Simone de Beavoir, İkinci Cinsiyet (The Second Sex) adlı kitabında, “Kadın olarak doğulmaz, kadın olunur” diyerek biyolojik olarak gelen bir rol olmadığını ortaya koymaktadır. Az önce verdiğimiz pembe ve mavi renk örneği gibi bu olay toplumsal cinsiyet normlarının hayatımıza nasıl yansıdığı ile ilgilidir. Kız-oğlan bebek doğduğunda pembe ve mavi rengi ayırt dahi edemeyecek haldeyken, toplumsal cinsiyet normları tarafından pembenin veya mavinin onun rengi olduğu öğretilir veya daha sert anlamıyla dayatılır. Toplumsal cinsiyet, insanları iki temel gruba ayırarak bir grubun üyesi olmaya zorlar aslında. Bu nedenle kadın ve erkek, çocukluk dönemlerinde farklı şekillerde büyütülür ve dil kullanımı da aynı şekilde farklılık gösterir (Okan, 1998, s. 188).
Bunların yanında, günlük hayatlarımızda kullandığımız en eski iletişim aracı olan dilin üzerimizdeki etkisini pek umursamayız, hatta düşünmeyiz bile. Düşünme, değerlendirme biçimlerimizi etkileyen öğrenilmiş bir süreçtir oysa, zamanla kendimizi dile göre biçimlendirmeye başlarız (Göktürk, 1997, s. 69-71). Kadın ve erkek olarak dil kullanımı bu nedenle farklılaşır. Erkek babadan öğrendiği dil ile tahakküm kurma, güç sahibi olma durumundayken, kadın bu egemen dile ulaşmayı amaçlamaktadır (Parla, 2011, s. 31). Zamanla toplumsal cinsiyet normlarının etkilerinin incelenmesiyle dil bilimciler tarafından ortaya çıkarılan kadın ve erkek dili kavramları karşımıza çıkar. Özellikle Robin Tolmach Lakoff’un kadın diliyle ilgili çıkarımları bu konuda önemli yere sahiptir. Lakoff, “Language and Woman’s Place” (1975) çalışmasında, kadınların kullandığı dilin eksiklik, yetersizlik, farklılık barındırdığını ortaya koyar. Lakoff’a göre kadınlar, kadın dili tarafından belli bir “güzellemeye” maruz kalmaktadır. Dilin kadınları gerçek sorunları tartışamayacak kadar yetersiz ve eğitimsiz hissettirdiğini, eğer öğrenilenin dışına çıkılarak erkek dili kullanılırsa bile toplum tarafından ayıplanma ve dışlanma veya feminen olmamakla suçlandığını orta koymuştur (Lakoff, 2008).
Feminizm ve Dil
Lakoff’un “Language and Woman’s Place” çalışmasının 70-80 yıllarında radikal feminizmle arasında bir bağlantı oluşturulduğu ve etkilediği düşünülmektedir (Ferreira, 2004). Dilin oluşturduğu bu iki yapıda hem kadının kullandığı yetersiz görülen dili hem de kadına karşı kullanılan dil açısından ele alır Lakoff. Çalışmada tartışılan temel konular aslında hala günümüzde tartışılan toplumsal anlamda ve dil bakımından ele aldığımız konulardır.
- Evliliğin Kadın İçin Bir Tanımlama ve Statü Belirleyen Yapı Olması
Lakoff, kadının erkek dünyasının yani gerçek dünyanın konularını tartışamayacağını ele alırken, aynı zamanda kadının baskılanmasından bahseder. Kız çocukları egemen olarak babalarına sahiptir, yani hayatlarında bir erkek vardır ve toplumsal hayatta ona göre tanımlanırlar. Aynı şekilde evlenildiğinde de Lakoff’un tanımına göre birinin karısı olarak tanımlanır kadın. Fakat erkek için böyle bir durum söz konusu değildir. Hatta evlenilen erkek ölmüş olsa dahi, dul kalan kadın ölen erkeğe ait tanımlamayla tanımlanmaya devam eder. Lakoff kadının bu durumuna yorum olarak, bir kadının başına gelebilecek en kötü durumun bir erkeğe sahip olmaması olduğunu söyler; eş, kız çocuğu veya dul tanımlamalarından mahrum olmak (Lakoff, 2008, s. 68). Irigaray’ın “When Our Lips Speak Together” adlı çalışmasında kadınların tanımlanmalarının yanında başka bir konuya dikkat çekmektedir:
“Bakire kelimesi, henüz onlar (erkek) tarafından işaretlenmemiş demektir. Onların teriminde henüz bir kadın (woman) değildir. Henüz onların cinsiyetleri, dilleri tarafından etiketlenmemiştir” (Irigaray, 1980:73).
Burada Irigaray’ın bakire bir kadının “kadın” olarak görülmemek olarak adlandırması, Türkçede aşina olduğumuz bir tanımlamaya denk gelmektedir aslında. Özellikle toplum içerisinde kadınlar dahi kendi aralarında bakire kadınları “kadın” olarak tanımlamamaktadır. Evlilik yapan kadın ise artık bakire olmadığı varsayılarak “kadın” olarak adlandırılmaktadır.
- Mesleki Adlandırmalardaki Tutarsızlık
Lakoff, çalışmasında meslek gruplarındaki adlandırmalara da değinmektedir. Kadınların meslek hayatında yer almalarıyla, meslek unvanlarının önüne “kadın” tanımlaması yapılırken erkekler için böyle bir tanımlama mümkün değildir. Bu konuyu lady:woman bölümünde ele alan Lakoff, meslek tanımlamalarının yanında edilgen kılma amacıyla kullanılan lady kelimesinin saleslady, cleaning lady gibi meslek tanımlamalarını da örnek vererek, garbage gentleman gibi bir tanımın olmadığına dikkat çekmektedir (Lakoff, 2008, s. 59-60). Türkçede hanımefendi kelimesine karşılık gelen lady kelimesinin, bu durumda kadınları edilgen hale getirirken aynı zamanda yetkinsiz imajı çizdiği de söylenebilir. Çünkü hanımefendi tanımlaması akıllarda güçsüz, gerçek hayatla ilgili bilgisi olmayan bir kadın imajı canlandırmaktadır.
- Kadının “Güzel” Adlandırmalarla Üstünün Örtülmesi
Az önce bahsettiğimiz lady:woman ilişkisini ele alır Lakoff. Woman yani kadın, cinsel bir anlam uyandırmaktadır, bunun yanında lady kelimesi ile üstü örtülmüştür. Tabii ki bu kadının yer aldığı alanların tanımlamasını da değiştirmiştir. Örneğin tuvaletin yerine ladies room denmesi gibi. Özellikle Türkçede bu yapı daha çok göz önündedir. Toplumsal hayatta erkekler tanımadığı kadınları “bayan” diye adlandırma eğilimindedirler. Çünkü kadın adlandırmasının başka çağrışımlara yol açacağını düşünmektedirler. Feminizm açısından bakıldığında, kadının dil üzerinde güzellenerek ideal forma sokulması, ataerkil sistemin kadını tahakküm altına alması olarak görülmektedir. Bunun yanında erkek ve beyefendi/bay gibi bir adlandırmanın kullanımının kadın ve bayan/hanımefendi arasındaki ilişkiyi barındırmadığı da açıktır.
- Kadınların ve Erkeklerin Çocukluk Dönemlerinde Öğrendikleri Dildeki Farklılıklar
Bu ayrım, Lakoff’un çalışmasında yer alan Talking Like a Lady bölümünün temel konusunu oluşturur. Hegemonik kadınlığın merkezinde yer alan ve sembolik birikimin önemli yönlerinden biri olarak “iyi kadın” idealinin dil ile öğretiminden bahsedilmektedir. Argo kullanımı kadınlar için ayıplanan bir durumken, erkekler için öyle değildir. Kadınların önemsiz konularla ilgilenmesi yani gerçek sorunlarla ilgili tartışma ortamında yer alamaması durumu, kadın dilinin farklılıklarını oluşturmaktadır. Lakoff’un verdiği örneği ele alalım: The wall is mauve/ Duvar leylak rengidir. Buradaki renk tanımı olan “leylak” kadınların dilinde yer alan bir kelimedir der Lakoff. Bej, ekru, akuamarin, eflatun gibi renkleri örnek olarak veren Lakoff, bu kelimelerin anlamlarının erkekler tarafından bilinmediğini vurgular. Bilinmemekle birlikte, böyle konuların erkekler tarafından önemsiz, alay konusu olarak görüldüğünü söyler. Bu tanımları bilen erkekler ise homoseksüel olmak, kadın gibi olmak veya iç mimar olmak gibi yakıştırmalara maruz kalır.
Bunların yanında erkeklerin dil kullanımı, konuşma tarzlarını da etkilemektedir. Direkt ve açıkça kendini ifade etme özgürlüğüne sahip olan erkeklerin yanında kadınlar, soru sorarken dahi onaylanma ihtiyacı duymaktadırlar Lakoff’a göre. Evet-hayır cevabının alınabileceği soruların sonuna “Değil mi?” gibi onaylama bekleyen bir soru kalıbı eklenir. Bu da kadınların tahakkümü altında bulunduğu erkeğin onayını alması durumunu meşrulaştırmaktadır (Lakoff, 2008, s. 49-55). Bunun dil üzerinden öğrenilmesi de çocukluk döneminde başlamaktadır. Bu egemen dil içerisinde ise kadının toplumsal tanımı, yeri gibi değerlerin hepsi yeniden üretilmektedir (Okan, 1998).
Tarihsel olarak baktığımızda, kadınların erkeklerin tahakkümü altında olduklarını görüyoruz. Zamanla yaşanan gelişmeler ile erkek din, felsefe gibi araçlarla bu tahakkümü kolaylıkla sürdürmüştür. Savaş dönemlerinde erkek nüfusun azalmasıyla, ardından kapitalist sistemle birlikte kadınlar da günlük hayatın belirli yerlerinde görev edinmeye başlamıştır. Tabii ki erkeklerle eşit bir görev alma durumu söz konusu değildir. Bu nedenle ne algıda ne de pratikte bir değişim yaşanmıştır. Böylece kadınlar iş gücü olarak ekstra olarak sömürülmeye başlanmıştır. Uzun süre siyasal hakları olmamış, hukuken insan yerine konmamış, iş yerinde ise kadınlara daha az ücretler ödenmiştir. Fakat bu durumun farkında olan ve rahatsız olan kadın sayısı zamanla artmıştır. Simone de Beauvoir kadını 1949’da “The Second Sex” çalışmasında tüm tarihlerin ötekisi olarak tanımlamıştır (Çakır, 2011, s. 505). 1790’lardan itibaren kadının bu sisteme karşı mücadelesinden söz edebiliriz. Mary Wollstonecraft’ın 1792’de yayınladığı “Kadın Haklarının Gerekçelendirilmesi” adlı eserle ilk adımlarının atıldığını söylemek yanlış olmayacaktır. Mary Wolstonecraft, Susan Moller, Elizaberth Candy Stanton, Sarah Grimke, Margret Fuller gibi aktivist ve düşünürlerle birlikte 19. yüzyılda kadın hukuki hakların yanında eğitim, mesleki haklar gibi sosyal hayatta da birtakım hakları elde edebilmişti. Bu birinci dalga feminizmin ardından 1960 sonrası çağdaş feminist hareketi, ikinci dalga feminizmi ortaya çıkmıştır. Carol Hanisch’in “kişisel olan politiktir” söylemi ve eseriyle, radikal feminist teoriyle birlikte kadınların evlilik kurumu ile tahakküm altına alındığı, ev içi görevlerinin aynı şekilde baskılama, erkeğe hizmet etme olduğunu söyleyerek reddettiler. Kadının biyolojik olarak kendine köleleştirildiğini, kadının kendi keşfinden uzaklaşması durumunu yaratan ataerkil toplum düzenine, cinsiyetçi sınıf sistemine karşı durmuşlardır.
Bu dönemde dil ile ilgili çalışmaları sıklıkla görmekteyiz. Dilde kadın, kadına karşı kullanılan dil ve kadının kullandığı dil çerçevesinde çalışmalar ele alınmıştır.
Feminist Irigaray’a göre dil, egemen olanın işaretinden kurtulmak için tek fırsat olarak görülmektedir. Kadının toplumsal yansımasını yıkmak veya egemen dil ile uğraşmak yerine kendi yazın biçimleriyle yapıcı biçimde kendi dillerini oluşturmaları gerekmektedir. Dişil ve feminist bir dil geliştirilmesini savunur. Irigaray da diğer feminist teorisyenler gibi egemen dilin kadınların üzerinde yoğun baskıcı oluşunu gözler önüne serer (Irigaray, 1985, s. 128-143). Bundan kaçışı da feminist bir praksis oluşumu ve bir araya gelerek olacağını savunmaktadır. Fakat Irigaray’ın bu bakış açısı, dilde ikilik oluşturması nedeniyle ileriki yıllarda eleştirilir.
Feminist teorisyen ve Fransız yazar Wittig’in dille ilgili görüşünü “Gender Trouble” adlı çalışmasında ele alan Butler’a göre Wittig, dilin kökten dönüştürülebilecek bir yapı olduğunu düşünerek, dilin bireylerin seçimleri ve tercihleri sonucunda sürdürülebildiğini öne sürmektedir (Butler, 2017, s. 79).
Feminist görüşler temel olarak kadının beden olarak var olmasının yanında, kültürel inşasının önemli olduğunu vurgulayarak dilin yeniden üretimini savunur.
Cixous, kadın-erkek ikiliğinde, kadının daima aşağı görülmesiyle süregelmiş bir yapıdan bahsetmektedir. Ataerkil toplumlarda yer alan tüm mitlerde kadın ikincil-öteki olarak temsil edilmiştir. Bunun sebebinin kadınsal imgeler tarafından oluşturulmadığını öne sürer. Medusa’nın Gülüşü eserinde Cixous, kadınları yazmasının ve konuşmasının önemli olduğunu söyler. Kadınların özellikle kendi farklılıklarını keşfetmeleri, bu farkındalıklarıyla yazıp konuşmaları gerektiğini belirtir. Ayrıca var olan durumu yaptığı sessizlik kapanı tanımıyla kadınların baskılanmış durumlarını ifade eder (Cixous, 1976, s. 880-881). Aynı eserde Cixous, kadınlar için toplumsal hayatta konuşmanın ne kadar zorlu olduğundan bahsetmektedir. Burada dilin kadını Lakoff’un tanımladığı ikiliğe sürüklediğini hatırlayabiliriz. Eğer kadın, ona küçüklüğünden beri öğretilen şekilde konuşursa toplum tarafından dikkate alınmayacak, yetersiz, eğitimsiz olarak görülecek veya erkek gibi konuştuğu gerekçesiyle ayıplanıp dışlanacaktır. Bununla ilgili Fransız feministler kadının benliğini, farklılıklarını bilerek, benimseyerek yazması konusunu vurgulamışlardır. Kendilerine yönelik bir dil oluşumunu ön görmüşler, genel olarak da bunu şiirsel bir biçimde yapmayı benimsemişlerdir.
Devam eden süreçte postmodernizmin ortaya çıkması ve feminizmin bu kavram karşısında boşalan anlamların yeniden yapılanmasına, tersten ele almasına olanak sağlamıştır. Feminizmin geliştirdiği toplumsal cinsiyet kavramının etkili olduğu da söylenebilmektedir (Irzık, 2011, s. 36). Dildeki cinsiyetçiliğin ele alınarak yeniden yorumlanması, bir taraftan da dijitalleşmenin etkisiyle egemen dilin etki alanının genişlemesi karşısında bu ikilik oluşumu devam eder. Özellikle toplumun heteroseksüelliği normatif olarak görmesi, dil kullanımın da bu sosyal çerçeveye uygun olması, queer teoriyle birlikte dilde değişimleri de kaçınılmaz kılmıştır. Lakoff’un erkek akademisyenler tarafından kadın dilinin kullanımına ilişkin gözlemleriyle erkeklik imajları ve performanslarına yönelik imaları ele almasının temel oluşturduğunu da söylemek yanlış olmayacaktır. Son dönem feminizminin sadece kadını ele almayarak cinsiyetsizleşme yönünde ilerlemesi, aynı şekilde dilde de sadece kadın açısından değil diğer cinsel eğilimler için de bir cinsiyetsizleşme yönünde ilerlediğini söyleyebiliriz.
Cansu KARADEMİR
Kaynakça
- Butler, J. (2017). Cinsiyet Belası. İstanbul: Metis Yayınları.
- Cixous, H. (1976). The Laugh of the Medusa. Keith Cohen & Paula Cohen. The University of Chicago Press. (The Laugh of the Medusa on JSTOR).
- Çakır, S. (2011). 21. Yüzyıla Girerken Türkiye’de Feminist Çalışmalar, Feminist Tarih Yazımı: Tarihin Kadınlar İçin, Kadınlar Tarafından Yeniden İnşası. İstanbul: Koç Üniversitesi Yayınları.
- Gökberk, M. (2011). Değişen Dünya Değişen Dil. İstanbul: Yapı Kredi Kültür Sanat Yayıncılık. (https://www.docdroid.net/fPAzZ94/macit-g-246-kberk-de-287-i-351-en-d-252-nya-de-287-i-351-en-dil-pdf#page=80).
- Irigaray, L. (1985). This Sex Which Is Not One. Catherine Porter & Carolyn Burke. New York: Cornell University Press. (1977).
- Irzık, S. (2011). Kadınlar Dile Düşünce, Öznenin Vefatından Sonra Kadın Olarak Okumak. İstanbul: İletişim Yayınları.
- Lakoff, R. (2008). Language and Woman’s Place. Cambridge University Press. (Language and woman’s place | Language in Society | Cambridge Core).
- Okan, Y. (1998). Dil Ve Cinsiyet: Reklam Dili Çözümlemesi. Çukurova Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 5 (5), 118.
- Parla, J. (2011). Kadınlar Dile Düşünce, Kadın Eleştirisi Neyi Gerçekleştirdi?. İstanbul: İletişim Yayınları.