Sosyal psikolojide önemli bir yere sahip olan psikoloji profesörü Philip Zimbardo’nun 1971 yılında Amerika’daki Stanford Üniversitesi’nin bodrum katında gerçekleştirdiği deney sosyal psikolojiye konu olan sonuçları bakımından tarihe geçmiş, bu yaşanılan olaydan esinlenerek de ‘The Experiment (Deney)’ adlı film gerçeğe yakın şekilde uyarlanmıştır.
İlayda KAYA
Bireylerin bağımsızlık arzusu, yaşam var oldukça süregelen bir durum olduğu bilinmektedir ancak kendimiz ve dış dünya ilişkilerimizle ilgilenen “sosyal psikoloji” açısından bakıldığında durum şaşırtıcı biçimde farklı görünmektedir. Bu alana dair yapılan bilimsel çalışmalar da zaten sosyal psikolojik süreçlerin, bireysel psikolojik süreçlerden farklı olduğunu ortaya koymaktadır. Düşüncelerin, duygularının ve davranışlarının, diğer insanların gerçek, hayali veya ima edilen durumları tarafından nasıl etkilendiğine odaklanan bu çalışmalar, sosyal çevreye karşı tepki verirken, grup ve bireysel davranışların ayrı ayrı ele alınmasının bir gereklilik olduğunu göstermektedir.
Tarihsel sürece bakacak olursak insanın kendi içindeki davranışlarıyla toplumun davranış ve yönelimlerinin bir disiplin kabul edilerek bilimsel anlamda incelenmeye başlanması 19. yüzyıla tekabül etmektedir. Bu döneme kadar yapılan çalışmalar sosyoloji ve psikoloji için yeni bir yaklaşım biçimin gerekli olduğunu ortaya koymasından dolayı, bu dönemde bireyin iç dünyasının toplumun biçtiği rollerden ve toplumsal olaylardan bağımsız şekillenemeyeceği öngörülmüştür. Böylece psikolojinin de içinde barınabileceği yeni bir kavram olan “sosyal psikoloji” için bir çalışma alanı oluşturulmuştur.
Sosyal psikolojiyi ele alan ilk eser, 1908 yılında ‘Sosyal Psikolojiye Giriş’ isimli kitabıyla McDougall’a aittir. McDougall da evrimsel psikolojiyi savunuyordu. Teorisinin temel ön kabulü insan eyleminin biyolojik olarak önceden programlı dürtülerden doğduğu idi. Bu düşünceye göre dürtü ve güdüler, içinde yaşadığı toplumun medeniyet düzeyine göre işleyen sosyal düzenlemelerin etkisiyle şekillenmektedir. Medeniyetin sağladığı sosyal düzenlemeler, kişiyi ehlileştirerek dürtülerini kontrol altında tutmasını ya da yumuşatmasını sağlıyordu. Bu sebeple McDougall’a göre sosyal psikoloji “zihinsel ve bedensel faaliyetlere dayanmalıdır ve bu faaliyetlerin idaresini düzenleyen insan eylemine dair kaynakların, dürtülerin ve güdülerin incelenmesi” olarak kabul edilmelidir. Bu düşünce tarzı tam da o dönemin Batılı akademisyenlerinin aşırı ırkçı duruşunu yansıtmaktadır ve günümüz sosyal psikolojisini de gizli ya da açık bir şekilde halen etkisi altında tutabilmektedir.
1920’lerden sonra ise Sosyal Psikolojide tutumların ölçülmesi ve incelenmesi ile ilgili teknikler gelişmeye başlamıştır. 1930 ve 1940’lardaki en büyük başarı tutumların incelenmesi ve esas olarak da tutumların ölçülmesiydi. Bunu 1950’li ve 1960’lı yıllarda tutumun değişmesi ile ilgili kavramlarda merkezileşme takip etti. 1970’li yıllardan sonra da fert ve grup davranışlarının sosyal boyutu üzerinde durulmuştur. Buradaki önemli nokta şuydu: tutumların ölçülebilirliği her yeni teknik vasıtasıyla her seferinde doğrulanıyor ve bir belirginlik kazanıyordu; tutumların ölçülebilirliği, incelikli deneysel yöntemin giderek olgunlaşmasına yol açmakta bu da sosyal psikolojinin o dönemlerdeki bilimsel mevkisini yükseltebileceğini gösteriyordu. Bugün artık deneysel araştırma düzenlerinin alan araştırması düzenine, ölçmenin gözleme tercih edilişi kurumsallaşmıştır; ilgili dergilerde makalelerin yayınlanabilmesi için bir kriter haline gelmiştir. Buna ilâveten artık araştırmalara ayrılan paralar, verilen destekleyici burslar azımsanmayacak ölçüde araştırmanın yöntemsel inceliğinin seviyesine bağlı kalmaktadır. Fakat bununla birlikte 1970’lerde sosyal psikolojinin içine düştüğü “kriz”, onun temel araştırma işinin ne olduğunun ve anlamının birçok açılardan tartışılmasına yol açtı.
Türkiye’de 1950’li ve sonraki yıllarda kurulmaya başlanan üniversitelerin psikoloji bölümleri içerisinde sosyal psikoloji ana bilim dalları kurulmuştur. Ancak, bilgi edinme ve ders verme yöntemi, daha fazla Amerikan literatüründen Türkçe’ye çevrilmiş kitaplara dayandırılarak gerçekleşmiştir. Yerli bilgilerden hareketle millî, özgün modeller az da olsa 1980’li yıllardan sonra ortaya çıkmıştır.
Sosyal psikolojide önemli bir yere sahip olan psikoloji profesörü Philip Zimbardo’nun 1971 yılında Amerika’daki Stanford Üniversitesi’nin bodrum katında gerçekleştirdiği deney sosyal psikolojiye konu olan sonuçları bakımından tarihe geçmiş, bu yaşanılan olaydan esinlenerek de ‘The Experiment (Deney)’ adlı film gerçeğe yakın şekilde uyarlanmıştır. Bu deney “Denetimsiz güç, güç değildir” sözünün açıkça ortaya konmuş halidir. Deneyde ölçüme tabi tutulmak istenen, sıradan seçilen insan grubunun eline herhangi bir yetki, üniforma ya da güç verildiği zaman bu verilenlerin kişileri nasıl etkileyebileceği ve dönüştürebileceğidir. Başka bir deyişle, insanlara giydirilen roller ve bu rollerin, bireyi ne kadar zamanda gerçek benliğini ele geçirerek yabancılaştıracağı ve bu süreçte kişinin, bu yabancılaşmaya ve kendisine biçilen role, ne denli uyum sağlama ya da kendi benliğini muhafaza etme iradesine haiz olup olmadığının belirlenmesidir. Zimbardo’nun bu dönemdeki asıl amacının ise savaşlarda yetki verilen askerlerin nasıl zalimleşebileceğini ölçmek ve gözlemlemek olduğu düşünülüyor. Nitekim bu deney beklenenden daha kısa sürede ve çok daha fazlasını vermiştir. Hatta bu aşırılık deneyin kısa sürede mecburi olarak sonlandırılmasına sebep olmuştur. Gerçek deneyin aksine filmdeki deney, insanların ölümüne ve ciddi psikolojik sarsıntılar yaşamalarına sebep olacak kadar uzun sürdürülmüştür.
Filmde tamamı erkeklerden oluşan 26 kişi günde 1000 dolar karşılığında gardiyan veya mahkûm rolüne bürünmeyi çeşitli sebeplerden dolayı kabul etmektedirler. Deneye başlamadan önce güvenliklerinin sağlanacağı, şiddet veya zarar görmeyecekleri, yalnızca vatandaşlık haklarından mahrum kalacakları bireylere duyurulur ve bireyler 6’sı gardiyan 20’si tutuklu olmak üzere ayrıştırılarak yerlerine gönderilir. Üniformaların verildiği gardiyanlara kurallar bildirilir, uyulmadığı takdirde kimsenin parasını alamayacağı ve deneyin sonlandırılacağı da eklenir. Bundan sonra yaşanacaklar gerçeklik algısını bozacak türdendir. Kurallara aykırı davrananları cezalandırma zorunluluğu bulunması ve bunun “fiziksel şiddet haricinde” ifadesiyle ucunun açık bırakılması, toplum içerisinde kendine yer bulamamış ve ifade edememiş sözde gardiyanların sınırsız egolarının açığa çıkmasına, her türlü suçu işlemelerine, gerçeği ve deneyi ayırt edemez hale gelmelerine neden olmuştur.
Kontrolsüz güç kullanımı sonucu yaşanan hazzın iki grup arasında savaşa yol açması ve yine iki grup arasında yaşanan empati kurma zorluğunin dikkat çektiği filmde, gerek ezen, gerekse ezilen bireylerin yoğun stres ve baskı altında kişiliklerinin nasıl değiştiği, yaşanılanların davranış modelleri üzerindeki etkileri, yapay bir gücün dahi düzeni sağlamak adına acımasız eylemleri gerçekleştirebildiği ortaya konuluyor.
İçselleştirilen bu otoriteyle gelen sadist eylemlere mahkûmlar tarafından verilen tepkiler; olayın bir erk savaşına dönüşmesine, yasak olmasına rağmen gardiyanların uyguladığı şiddete, ardından mahkûmların baş kaldırışına ve karşı şiddete sebebiyet vermektedir. Yaşanılanlara rağmen deneyi sürdürmekte ısrarcı olan ve kişileri dışardan gözlemleyen profesörün sadist eylemlere ön ayak olduğunun söylenmesi de mümkündür. Gerçekten de Zimbardo’nun ön göremediği bu eğilimler, kişilerde ruhsal sarsıntılara ve can güvenliğinin tehlikeye girmesine yol açmıştır. Deney sonrası deneklerin uzun yıllar psikolojik tedavi gördükleri bilinmektedir. Deneyin bu etik dışı ve insan haklarına saldırı niteliğindeki eylemlerin ortaya çıkması nedeniyle erken sonlandırılması gerekirken devam ettirilmesi gelişen ciddi sorunlar nedeniyle toplumda travmalara neden olmuş, ancak deneyin devlet destekli olması sebebiyle bir nevi üzeri örtülmüştür.
Zimbardo’nun deneyindeki sosyal psikolojinin etkilerini günümüzde birçok alanda rahatlıkla görebiliriz. Tüm bireyler aslında kendilerine verilen rollere düşünülenden önce yatkınlık gösterip, o rollerin gerektirdiği davranışsal yönelmeleri benimseyerek açığa çıkarırlar. Kontrol altında tutulmaya çalışılan ve öyle de görünen birçok toplumda veya grupta ortaya çıkan anarşi ve kargaşa ortamının asıl sebebi de otoritenin sonuçları itibariyle bireyin haklarını ihlal etmesidir ve buna yaşam hakkı da dâhildir. Birçok kişi veya gruba, iktidar, güç, otorite, üniforma verildiğinde ne yazık ki yapabileceklerinin sınırının yok olduğu anlaşılmaktadır. Gerek savaşlarda, gerek siyasi politikalarda, gerek toplum huzurunu sağlamaya yönelik müdahalelerde gücün denetimsizliği, olayları bambaşka boyutlara taşıyarak kişileri dönüştürebildiğini bu film açık bir şekilde göstermektedir. En basit örneğiyle oyun oynayan iki çocuktan birine “üst” rolü verildiğinde bir çatışmanın nasıl geliştiği kolaylıkla izlenebilir. Konuya bu açıdan yaklaştığımızda kendimiz hakkındaki görüşlerimizin, limitlerimizin, inançlarımızın, duygularımızın hatta çoğu kez doğrularımızın dahi kendimize ait olmadığı fikrini kolaylıkla benimseyebilir, varlığını sorgulayabiliriz. Toplumdan bireye uzanan bu süreci tam tersine de çevirebiliriz.
Sözü fazla uzatmadan filmin sonunda yer alan bir replikle konuyu tamamlamak istiyorum. Yaşanan korkunç olaylar sonrası başrolde olan mahkûm deneğe sorulur; “Hala evrimsel açıdan maymunlardan üstün olduğumuzu düşünüyor musun?” Cevap bu kez bireyden topluma dokunur niteliktedir; “Evet, çünkü hala bir şeyler yapabiliriz.”