Sokrates — “Şimdi bana söyle: öğrenmek, öğrenilen şeyde daha bilge olmak demek değil midir?” (Theaitetos, 145d)
Bilgi nedir?” sorusu, insan zihnini yüzyıllardır meşgul eden en temel felsefi sorunlardan biridir. Bildiğimizi sandığımız şeyleri gerçekten biliyor muyuz, yoksa yalnızca onları algılayıp doğru olduğuna mı inanıyoruz? Platon’un Theaitetosdiyalogunda Sokrates, bu soruya doğrudan bir cevap vermek yerine, okuyucuyu zihinsel bir yolculuğa çıkarır; amacı, bilginin doğasını ortaya koymak kadar, sorgulama sürecinin kendisini de anlamlı hale getirmektir. Algı, sanı, hatırlama ve tanım gibi kavramlar etrafında şekillenen bu diyalog, bir yandan bireysel düşüncenin doğuşunu felsefi bir “doğurtma” süreciyle betimlerken, diğer yandan gerçek bilgiye ulaşmanın zorluklarını gözler önüne serer. Sokrates’in ustalıkla yürüttüğü bu sorgulama, bilgiye ulaşmanın yalnızca bir sonuç değil, sürekli bir çaba ve dönüşüm süreci olduğunu düşündürür. Platon’un Theaitetos diyalogunda, Sokrates ve genç Theaitetos, bilginin ne olduğu ve bilgelikle olan ilişkisini sorgularlar. Sokrates, öğrenmenin bilgiye, bilginin de bilgelik kavramına nasıl bağlandığını araştırırken, Theaitetos bilgiyi geometri, astronomi gibi bilimler ve kunduracılık gibi zanaatlarla özdeşleştirerek oldukça geniş bir tanım sunar:
“Bana öyle geliyor ki, Theodoros’tan öğrenilebilen bütün şeyler bilgidir: geometri ve sonra demin saydığın bilimlerin tümü, bundan başka kunduracılık ve öteki sanatlar, toptan alınsalar da, ayrı ayrı alınsalar da, bilgiden başka bir şey değildirler.” (146d)
Ancak Sokrates, bu yaklaşımı yetersiz bulur. Ona göre, bir zanaat ya da bilim dalının adını söylemek, bilginin özünü tanımlamaz. Asıl soru, belirli bir bilgi alanının ne olduğu değil, bilginin kendisinin ne olduğudur:
“Bilginin özü soruldukça yanıt olarak herhangi bir zanaatın adını söylemek gülünç olur. Çünkü yanıt, bilimin konusunun ne olduğunu söylemekten ibaret oluyor ki, sorulan hiçbir zaman bu değildi.” (147c)
Bu noktada Sokrates’in amacı, bilgiye dair yüzeysel tanımlardan çok, onun evrensel ve değişmeyen doğasını kavramaktır. Bilgi sadece sahip olunan bir içerik değil, aynı zamanda doğru, temellendirilmiş ve sınanabilir bir kavrayıştır. Sokrates’in bu yaklaşımı, onun öğretme yöntemine de yansır. Kendini bir öğretmen olarak değil, bir ebe olarak tanımlar. Nasıl ki bir ebe doğum sırasında kadına yardım eder ama çocuğu doğurmazsa, Sokrates de öğrencilerine bilgi vermez; onların içindeki düşüncelerin doğmasına yardım eder. Bu benzetme, onun felsefi yönteminin temelini oluşturur.
Sokrates’e göre felsefi öğretim, sadece bilgi aktarmak değil, öğrencinin kendi düşüncelerini geliştirmesine yardımcı olmak ve bu düşünceleri akıl süzgecinden geçirerek test etmektir. Öğrencinin bir fikri dile getirmesi yeterli değildir; bu fikrin tutarlı, temellendirilmiş ve geçerli olup olmadığı da sorgulanmalıdır. Sokrates’in en önemli katkısı da tam burada ortaya çıkar: Sadece doğum yaptırmakla kalmaz, aynı zamanda doğan fikirlerin sağlıklı olup olmadığını da ayırt etmeye çalışır. Bu bağlamda Theaitetos diyalogu, bilgi nedir sorusunu tartışmanın ötesine geçerek, düşünmenin nasıl olması gerektiğine dair de önemli bir ders verir. Bilgiye ulaşmak, yalnızca bir şeyleri öğrenmek değil; aynı zamanda doğruyu, sahte olandan ayırt edebilecek bir düşünme disiplini geliştirmektir.
Felsefi Ebelik ve Sokrates’in Öğretme Yöntemi
Sokrates, Theaitetos diyalogunda öğretme yöntemini açıklarken, kendisini bir düşünsel “ebe” olarak tanımlar. Bu benzetme, onun felsefi yöntemini anlamak açısından oldukça önemlidir. Fiziksel doğumu gerçekleştiren ebeler gibi, Sokrates de insanların zihinlerindeki fikirlerin doğmasına yardım eder. Ancak bu yardım, yalnızca düşünceleri ortaya çıkarmakla sınırlı değildir; aynı zamanda bu düşüncelerin doğru mu yoksa yanıltıcı mı olduğunu sınamak da bu yöntemin ayrılmaz bir parçasıdır:
“Kadınlar sadece gerçek çocuklar değil, bazen yalancı ceninler de meydana getirebilirler, bunları ayırt etmek de güçtür. Bu böyle olduğuna göre, ebeler için en önemli ve güzel görev, gerçek olanla olmayanı ayırt etmektir.” (150b)
Sokrates, felsefi rehberlik görevini, geleneksel ebelik sanatının daha derin ve soyut bir biçimi olarak sunar. Kadın ebeler gibi kendisi de doğrudan bir “üretici” değildir; yani, bilgi üretmez ya da insanlara doğrudan bilgi vermez. Bilgelik iddiasında bulunmaz. Aksine, başkalarının kendi düşüncelerini bulmalarına ve bu düşünceleri sınayarak olgunlaştırmalarına yardımcı olur. Bu süreç, bireyin kendi ruhunda taşıdığı düşünceleri “doğurma” sürecidir. Sokrates, bu doğumun zaman zaman sancılı olacağını da kabul eder; çünkü insanlar kendi düşünceleriyle yüzleştiklerinde çoğu zaman acı çeker, şüphe duyar, kararsızlık yaşar. Diyalogda bu benzetme daha da derinleştirilir. Ebelik sanatının geleneksel koşullarından söz eden Sokrates, şu noktayı vurgular:
“Daha gebe kalabilecek ve doğuracak hiçbir kadın başkalarını doğurtmak için bu mesleğe giremez; bunu ancak artık doğuramayacak olanlar yapar.” (149b)
Ve devam eder:
“Kendi doğuramayan ama doğuma yardım eden Artemis gibi, ben de artık bilgi doğuramadığım için başkalarının düşüncelerine ebelik ediyorum.” (149c)
Burada Sokrates, artık kendi düşüncelerini “doğurmadığını”, yani kesin bilgiye ulaşma iddiasında bulunmadığını ifade eder. Onun amacı, başkalarının düşünsel süreçlerine aracılık etmektir. Ancak, doğan her fikir kabul edilmez; asıl görev, bu fikirlerin sahici mi, sahte mi olduğunu ortaya koymaktır. Bu bağlamda Sokrates’in öğretme tarzı, sadece bilgiyi aktaran bir figür olmaktan çok uzaktır. Onun rehberliği, bireyin içsel bir arayışa yönelmesini sağlamak, şüpheyle sorgulamasına yol açmak ve sonunda kendi düşüncelerini kendisinin oluşturmasına olanak tanımaktır. Öğrenciye düşünmeyi öğretmek, bilgelik yolunda en temel adımdır. Bu yüzden Sokrates’in yöntemi, ezber bilgiden çok, doğrudan doğruya düşünme eylemini esas alır.
Sokrates’in Felsefi Ebelik Sanatı Ve Algı–Bilgi İlişkisi
Sokrates, Theaitetos diyalogunda kendisini yine bir “ebe” olarak tanımlar; ancak bu kez benzetmeyi daha da derinleştirerek felsefi doğurtmanın hem yöntemini hem sınırlarını açıklığa kavuşturur. Onun ebelik sanatı, fiziksel doğumdan farklı olarak ruhlara yöneliktir:
“Benim doğurtma sanatım da ötekiler türündendir. Aradaki ayrım şudur ki, sanatım kadınları değil, erkekleri doğurtur ve doğum esnasında dikkat erkeklerin vücutlarına değil, ruhlarına yöneltilmiştir.” (150b)
Sokrates’in bu yöntemi, düşünsel üretimin yalnızca ortaya çıkarılmasıyla kalmaz, aynı zamanda üretilen düşüncenin “gerçek mi, sahte mi” olduğunun sınanmasını da kapsar. Yani, bir düşüncenin doğruluğu test edilmeden kabul edilmez. Bu yönüyle Sokrates’in öğretme yöntemi, öğrencinin kendi içinde saklı olan bilgiyi ortaya çıkarmasını sağlayan ama aynı zamanda bu bilgiyi eleştirel bir süzgeçten geçiren aktif bir diyalog sürecidir.
“Bilgelik konusunda ben de ebeler gibi kısırım… Kendim hiçbir bilgelik iddiasında değilim… Ruhumun ürünü sayabileceğim hiçbir buluş da gösteremem. Fakat benimle temas edenler sohbetlerimiz süresince şaşılacak ilerlemeler kaydederler.” (150c–151a)
Bu noktada Sokrates, bir bilgi kaynağı olmaktan çok bir doğurtucu, bir rehber olduğunu açıkça belirtir. Öğrencilerin kendi düşünsel potansiyellerini keşfetmelerine yardımcı olur; ancak bu süreci sürdürebilmek için öğrencinin “gebeliğe”yani felsefi potansiyele sahip olması gerekir. Bazı ruhlar buna hazır değildir:
“Öyleleri de vardır ki gebe olmadıklarına karar veririm; düşünceme göre böylelerine hiçbir yararım dokunamaz.” (151c)
Ayrıca, onun yöntemi sadece doğum sürecine yardım etmek değil, aynı zamanda bu doğumu yönlendirmek, hatta gerekirse durdurmaktır. Bu rehberlikte Tanrısal bir ilhamdan (daimonion) da söz eder ve her öğrenciyle bu süreci sürdüremeyeceğini dile getirir. Doğurtulan düşünceler doğru bir bakım görmezse çürür, gelişmez ve ruh sahibine zarar verir. Sokrates’e göre, yalnızca felsefeye gerçekten yönelen ruhlar bu süreci sağlıklı tamamlayabilir.
Bilgi, Algı ve Gerçeklik: Protagoras ve Herakleitos’la Diyalog
Sokrates, Theaitetos boyunca bilgi, algı ve gerçeklik arasındaki ilişkiyi sorgular. Özellikle “bilgi nedir?” sorusuna cevap ararken, algının bilgiye temel olup olamayacağını tartışır. Bu bağlamda, Protagoras ve Herakleitos’un düşüncelerine başvurur. Protagoras’ın ünlü “İnsan her şeyin ölçüsüdür” önermesi, bilgi ile algının öznel temellere dayanabileceği görüşünü ortaya koyar. Her bireyin algısı, kendi gerçeğidir. Dolayısıyla, bir şeyin doğru olup olmadığı, kişinin onu nasıl algıladığına bağlıdır. Sokrates bu fikri ele alır ve sorgular: Eğer bilgi algı ise, herkesin bilgisi doğru mudur? O hâlde bilgelik ya da öğretme diye bir şey nasıl mümkün olur?
Sokrates ayrıca, rüya ile gerçeklik arasındaki farkı nasıl ayırt edeceğimizi sorar. Bu klasik felsefi soru, algılarımıza güvenip güvenemeyeceğimiz konusundaki şüpheciliği gündeme getirir. Duyularımızla algıladıklarımız gerçek midir, yoksa bir yanılsamadan mı ibarettir? Uyanık olduğumuzu nasıl bilebiliriz? Bu sorular, bilgiye ulaşmanın temelini oluşturan algının güvenilirliğini sorgular. Bu tartışmayı derinleştiren bir diğer filozof da Herakleitos’tur. Herakleitos’a göre evrendeki her şey sürekli bir değişim içindedir:
“Her şey akar.”
Eğer dünya sürekli değişiyorsa, o hâlde algılarımız da değişkendir. Bu durumda bilgi de durağan değil, akışkandır. Sokrates bu görüşü kullanarak, sabit bir hakikatin bilgisine ulaşmanın imkânsızlığı ihtimalini tartışır. Böylece, felsefi düşünme biçiminin sadece “bilgi nedir?” sorusunu değil, aynı zamanda “bilgiye ulaşmak mümkün müdür?” sorusunu da içermesi gerektiğini gösterir. Bu kısımlar birlikte ele alındığında, Theaitetos diyalogu yalnızca bilginin tanımını sorgulamakla kalmaz, aynı zamanda bilginin nasıl elde edildiği, ne kadar güvenilir olduğu ve felsefi düşünmenin nasıl gerçekleşmesi gerektiği konularında derinlemesine bir çözümleme sunar. Sokrates’in ebelik benzetmesi, felsefi rehberliğin doğası ve anlamı üzerine güçlü bir metafor sağlar. Algı, sanı ve bilgelik arasındaki çizgileri netleştirirken, gerçek bilgiye ulaşmanın hem bireysel hem de eleştirel düşünmeyi zorunlu kıldığını gösterir.
Bilgi ve Algı: Gerçekliği Nasıl Ayırt Ederiz?
Sokrates, Theaitetos’ta bilgi ile algının aynı şey olup olmadığını derinlemesine sorgular. Bu, felsefenin temel sorularından biridir: Bir şeyi algılamak, o şey hakkında bilgi sahibi olmak mıdır?
Bu sorunun temelini, Protagoras’ın “İnsan her şeyin ölçüsüdür” önermesi oluşturur. Protagoras’a göre, her bireyin algısı kendi gerçeğidir. Bu görüşe göre, bir şey bana öyle görünüyorsa gerçekten de öyledir; başka birine farklı görünüyorsa da onun için öyle olur. Yani bilgi, algıyla özdeşleştirilmiş olur. Sokrates bu noktada düşünsel doğurtma sürecini sürdüren bir ebe gibi davranarak Theaitetos’a şöyle der:
“Diyelim mi ki bu sonuç, senin yeni doğmuş çocuğundur, ben de onun ebesiyim. Ne dersin?” (160e)
Ancak Sokrates, bu fikri sadece onaylamaz, aynı zamanda sınamaya da başlar. Eğer bilgi algı ise, şu temel soruya nasıl cevap verebiliriz:
“Acaba şimdi, şu anda, uyku hâlinde miyiz, hatıralarımız sadece rüyalardan mı ibarettir, yoksa uyanık mıyız; bu konuşma uyanıklık hâlimizde mi geçiyor?” (158c)
Bu soru, algının güvenilirliğiyle ilgili klasik bir şüphecilik sorusudur. Algılarımıza dayanarak gerçeklikle ilgili sağlam bilgiye ulaşabiliyor muyuz? Uyanıklık ve rüya hâlleri arasında nasıl bir ayrım yapabiliriz? Eğer algı temelli bilgiye güveniyorsak, rüyada algıladıklarımız da bilgi sayılır mı? Bu noktada Sokrates, algıların göreli ve değişken olabileceğini göstererek, bilginin bundan daha sağlam bir temele dayanması gerektiğini ima eder. Bu tartışmanın bir başka boyutunda Sokrates, Protagoras ve Herakleitos’un görüşlerini bir arada ele alır. Herakleitos’un “Her şey akar” görüşü, evrendeki her şeyin sürekli değişim hâlinde olduğunu ve dolayısıyla algının da sürekli değişebileceğini ifade eder. Bu durumda, bilgi de sürekli değişiyorsa nasıl sağlam ve sabit olabilir?
“Homeros’la Herakleitos, bütün izleyenleriyle birlikte, ‘her şey akar, sular gibi hareket eder’; Protagoras ise ‘insan her şeyin ölçüsüdür’ ve Theaitetos, bu fikirlere dayanarak ‘bilgi algıdır’ dediklerinde tamamıyla aynı şeyi söylemek istiyorlar.” (160e)
Sokrates bu görüşleri, Theaitetos’un “bilgi algıdır” önermesiyle birleştirerek bilgi tanımını sınar. Ancak burada kalmaz; felsefi sorgulamanın derinliğini artıran başka bir soruya yönelir:
“Bir şeyi bilen, bildiği şeyi gerçekten biliyor mu?” (165b)
Bu, diyalog boyunca Sokrates’in sorduğu en derin sorulardan biridir. Bilmenin kendisi nedir? Bir şeyi bilmek, o şey hakkında kesin ve değişmez bir doğruluğa sahip olmak mıdır? Yoksa bilmek, içinde her zaman bir eksiklik, bir şüphe barındıran dinamik bir süreç midir? Sokrates’in “en müthiş soru” dediği bu sorgulama, bilgi kavramının özünü ortaya koyar: Bilmek, sadece bir doğruyu ifade etmek değil, aynı zamanda o doğruluğun ne ölçüde kesin, tutarlı ve evrensel olduğunu sorgulamaktır. Bu nedenle Sokrates’e göre, bilgi ile algı aynı şey olamaz. Algılarımız çoğu zaman yanıltıcı olabilir, değişkendir ve kişiseldir. Oysa bilgi, bu değişkenliğin ötesine geçmeli; eleştirel düşünme, sorgulama ve akıl yürütmeyle temellendirilmiş bir doğruluğa dayanmalıdır.
Bilgi Nedir? Algı, Sanı, Hafıza ve Yasa Arasında Bir Sorgulama
Platon’un Theaitetos diyalogunda Sokrates, bilgi kavramını çok yönlü bir sorgulamaya tabi tutar. Bu diyalog, bilgi nedir sorusunu temel alırken, aynı zamanda algı, sanı, hatırlama, akıl yürütme, yasa ve felsefenin toplumsal konumu gibi çok sayıda bağlantılı konuyu da ele alır. Sokrates, öncelikle Theaitetos’un “bilgi algıdır” tanımını sınamaya başlar:
“Öyleyse şunu inceleyelim: bilgi ile algı aynı şey midir, değil midir?” (163a)
Bu sorgulama, algıların kişisel ve değişken doğası nedeniyle bilgiye sağlam bir temel oluşturup oluşturamayacağı sorusunu gündeme getirir. Protagoras’ın “İnsan her şeyin ölçüsüdür” savı bu noktada tartışmaya katılır: Eğer her bireyin algısı kendi gerçeğiyse, bilgi objektif olabilir mi? Sokrates, bu düşünceyi Protagoras ve Herakleitos’un değişim üzerine görüşleriyle birlikte değerlendirir ve algının güvenilirliğini sorgular. Sokrates, öğrenme ve hafıza üzerine de önemli bir soru sorar:
“Bir şeyi öğrenen biri, o şeyi bilmeden hatırlayabilir mi?” (163d)
Bu soruyla Sokrates, bilgi ile hatırlamanın ilişkisini tartışır: Eğer bir kişi bir şeyi hatırlıyorsa, onu gerçekten biliyor mudur, yoksa yalnızca daha önce edindiği bir izlenimi mi geri çağırmaktadır? Bu, Platon’un Anamnesis (anımsama) kuramına da bir gönderme sayılabilir. Sonrasında, diyalogda Sokrates “en müthiş soru”yu ortaya atar:
“Bir şeyi bilenin, bildiği şeyi bilmesi mümkün olur mu?” (165b)
Bu soru, bilginin doğasına ilişkin en çetin meselelerden biridir. Bir şeyi bilmek, o şey hakkında kesin, güvenilir ve doğrulanabilir bir bilgiye sahip olmak mıdır? Yoksa bilgi, her zaman bir ölçüde belirsizlik, eksiklik veya yanılma payı barındırır mı? Sokrates, bilgi ile doğru sanı arasındaki farkı irdelemeye başlar: İnsanlar bazen doğru sanılara sahip olabilir, ama bu onların gerçekten bildikleri anlamına gelir mi? Theaitetos da bu farkı kabul eder:
“Doğru sanılar bilgiye yakın olabilir, fakat bu tam anlamıyla bilgi demek değildir.”
Bu bağlamda Sokrates, bilgiye ilişkin daha önceki tanımlamaların yetersizliğini ortaya koyar ve Theaitetos’a şöyle der: “Şimdiye kadar söylediklerini unut, yeniden ve dikkatle düşünmeye başla.” Bu, Sokrates’in doğurtma yönteminin bir devamıdır: Öğrencinin içindeki düşünceleri, onları sınayarak ve çelişkilerle yüzleştirerek doğurtmak. Diyalogda felsefi düşüncenin toplumsal yaşantı ile nasıl çelişebileceği de ele alınır. Sokrates, Thales’in hikâyesini anlatır:
“Thales gök olaylarını incelerken bir kuyuya düşer; Thrakialı bir hizmetçi ise, ‘Gökteki şeylere bakarken önündeki kuyuyu bile göremiyor,’ diyerek onunla alay eder.” (174b)
Bu anekdot, felsefeye kendini adayan kişilerin gündelik hayatın pratiklerinden kopabileceği düşüncesine gönderme yapar. Felsefe, insanın evrensel hakikati arama çabasıdır; fakat bu arayış, toplumun çoğu tarafından anlamsız ya da alay konusu olarak görülebilir. Sokrates’in burada vurguladığı, filozofun gözünü yukarıya, ideallere diktiği ama bu yüzden yerin altındaki kuyuyu göremediğidir. Felsefenin değeri bu “kopuşta” saklıdır. Daha sonra Sokrates, devletin yasaları hakkında da felsefi bir sorgulama başlatır:
“Devlet, yasalarını koyarken yalnızca kendi yararını mı gözetir? Yasaları en iyi niyetle mi korur? Yoksa daha yüksek bir amacı mı vardır?” (177e)
Burada yasaların sadece fayda ilkesine dayalı olup olmadığını sorgular. Hukukun yalnızca toplumsal düzeni sağlamak için değil, aynı zamanda adaleti gerçekleştirmek için var olması gerektiği düşüncesi, Platon’un ideal devlet anlayışına da zemin hazırlar.
Platon’un Theaitetos diyalogunda Sokrates’in bilgiye dair yürüttüğü sorgulamalar, yalnızca bilgi tanımına ulaşma çabasını değil, aynı zamanda felsefi düşüncenin doğasını ve yöntemini de ortaya koyar. Sokrates’in ebelik benzetmesiyle temsil edilen yöntem, bireyin kendi düşünsel potansiyelini ortaya çıkarmasına aracı olmayı amaçlar. Bilginin algı, doğru sanı ya da tanımlı doğru sanı olup olmadığına ilişkin yapılan çözümlemeler, kesin bilgiye ulaşmanın güçlüğünü gözler önüne serer. Protagoras’ın göreceli gerçeklik anlayışı, Herakleitos’un değişim felsefesi ve Thales’in evrene yönelik bakışı ile yapılan tartışmalar, bilginin hem bireysel hem de evrensel boyutunu gündeme getirir. Sonuç olarak Theaitetos, bilgi arayışının tamamlanmış bir tanım sunmaktan çok, düşünsel bir uyanış ve sorgulama süreci olduğunu gösterir. Bu diyalog, bilginin özünü kavramak için sürekli bir sorgulama halinde olmamız gerektiğini vurgulayarak, felsefenin bitmeyen yolculuğuna katkıda bulunur.
Kaynakça
-
Arslan, Ahmet, İlkçağ Felsefe Tarihi Sokrates Öncesi, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, İstanbul, 2018
-
Cevizci, Ahmet, Felsefenin Kısa Tarihi. İstanbul: Say Yayınları, 2017.
- Platon. Theaitetos, çev. Furkan Akderin. İstanbul: Say Yayınları, 2014.