Sophos Akademi

  1. Anasayfa
  2. »
  3. Uygulamalı Felsefe
  4. »
  5. Üçüncü Dalga Feminist Hareketler

Üçüncü Dalga Feminist Hareketler

Üçüncü dalga feminizm, Amerika’da 1990’ların sonlarında yükselen, kadınların birinci ve ikinci dalga feminizm hareketleri zamanları sırasında sürdürdükleri politik ve sosyal hak mücadelelerinin bir sonraki adımıdır. Kadın eşitsizliğinin kendinden önceki dalgalarda nasıl ele alındığını eleştiren üçüncü dalga feminizm, özellikle kendisinden bir önceki hareket olan, ikinci dalga feminist harekette temsil edilmeyen ve ötekileştirilen kadınların sosyal ve politik haklarının üstüne düşer. Üçüncü dalga feminizm, feminizmi farklı kimliklerde, farklı cinsel yönelimleri, farklı ten rengi, milleti, etnik kökeni olan kadınları da içine alarak genişletmek ister. Bu, ikinci dalga feminizme bir tepki olarak da görülebilir. Modern bir anlayış vardır ve 2010’lara kadar, 2012’de ortaya çıkmaya başlayan dördüncü dalga feminizme giden yolda feminizmi ve bu konudaki algıları geliştiren bir hareket olmuştur.

İkinci dalga feminizm kadınlar arasındaki sınıf farklarını, farklı cinsiyet problemlerini göz ardı etmekteydi. Üçüncü dalga feminizm ise şu ana kadar içinde en fazla çeşitlilik ve bireysellik bulunduran akım. Yani, hukuki ve politik yaklaşımlardan çok bireysel kimlikler üzerine düşen üçüncü dalga feministler, kadınları bireysel olarak da benimsiyor. Evrensel bir kadın kimliği olduğu varsayımına meydan okuyor ve üst-orta sınıf beyaz kadının varlığının tek kadın kimliği olarak genelleştirilmesi üstünde duruyor. Cherrie Morago ve Gloria Anzaldula gibi feministler ikinci dalga feminizmi, öncelikle beyaz kadınların sorunlarına ve siyasi pozisyonlarına odaklandığı için eleştiriyor. Üçüncü dalga feminizm kadınlara kendi inançlarınca, kimliklerince feminizmi “re-invent” etmelerine yardımcı oluyor. Kadınlar da bu sayede ayrımcılık olmaksızın feminizmi kendi içlerinde tanımlayabiliyorlar.

Post-Yapısalcı Feminizm

Üçüncü dalga feministler, kadınlara dayatılan stereotiplere, kadınlara yönelik kullanılan dilde ve üstlerinde medya aracılığıyla kurulan algılara karşı başkaldırıların yapılması gerektiğini savunuyor. Post-yapısalcı feministler erkek-kadın, heteroseksüel-homoseksüel, maskülen-feminen gibi algıların yıkılması gerektiğini, cinsiyetlere yönelik bu tarz “etiket”lerin yapıştırılmaması gerektiği üstünde duruyorlar. Çünkü post-yapısalcılık, tek bir merkezi yapının olmadığını, merkezin çeşitlilikten ve çokluktan oluştuğunu savunur. Bunu feminizm çerçevesinde incelersek, üçüncü dalga feminizmin, toplumun bireylerinin de “etiketler” ile anlatılamayacağını ve kadınların tek boyutlu olmadığını savunduğunu görürüz. Öte yandan her feminizm hareketi, erkek tahakkümünü (aile içinde, sosyal hayatta, hukuki, politik, ekonomik) anlamak ve bu tahakküme karşı çıkmak amacıyla ortaya çıksa da üçüncü dalga feminizmin bireysel olarak da detaycı olduğunu söyleyebiliriz. Ayrıca bahsetmek gerek ki popüler kültür içerisinde, 90’lar ve 2000’ler medyasında, televizyonunda, müzik gruplarından, ikonik kadın sanatçılara, televizyon dizilerine ve filmlere kadar kendinden emin, kendi cinselliklerinin farkında, güçlü, farklı etnik kökenlerden, ten renklerinde kadınlar görmeye başlıyoruz. Sex and the City,  Veronica Mars, Buffy the Vampire Slayer gibi yapımlar kadın gücünü ortaya çıkartırken, Madonna, Queen Latifah gibi sanatçılar yükselişe geçmiştir.

İkinci dalga feministleri tarafından yetiştirilen; Rebecca Walker, Jennifer Baumgardner ve Amy Richards gibi üçüncü dalga feministler ise; ataerkil düzen içerisindeki yerleşmiş cinsiyetçiliğe, ırkçılığa ve sınıfçılığa karşı çıkan, iş bölümlerindeki cinsiyet ayrımcılığını sorgulayan ve öz farkındalığa sahip kadınlar.

Siberfeminizm

10-15 yıllık geçmişe sahip olan siberfeminizm cinsiyetsizleştirmeyi önerir. Cinsiyete dayalı hukuk, iletişim ve sosyal temelli oluşumların hepsi kadın için dezavantaj barındırmaktadır. Son 10-15 yıldır ise dijitalleşme yaşanmakta. Eğitim, ticaret, yeme-içme ve eğlence de internet ortamına taşındı. Sosyal medya gibi internet ortamları ve insanların kullanım tercihleri artık dijital dünyanın vaz geçilmez olduğunu gösteriyor. “Siber” adı altında da bir örgütlenme söz konusu.

Kadın haklarının savunulması da aynı şekilde dijitale taşındı ve “siber” başlığı altında konuşulmaya başlandı. Kadın, ikincil konumu yüzünden ayrımcılıkla baş etme konusunda çok başarılı değil, birincil konuma gelmelerine de izin verilmiyor. Normal hayatta gerçekleşen erkek tahakkümü, ataerkil baskılar gibi olgular siber hayatta da gerçekleşmekte. Yapay zekâ örnekleri de tıpkı gerçek zekâ gibi bazı mesleklerin kadınlara, bazılarının erkeklere daha uygun olduğunu, giyim kuşamın da bu şekilde cinsiyetle ayrıldığının ön yargısını savunma eğilimi gösterebiliyor. Bu da feminizm açısından bir sorun oluşturuyor. Acaba dijitalleşme, dijital kültür, siber alan ve sanal gerçeklik ortamı kadınlar için gerçek dünyada olduğu gibi dezavantajlı bir durum mu yaratıyor? İnternet kültürü sadece erkekler için üretilmiş bir kültür mü? Kadınlar aynı mücadeleyi siber alanda da vermek zorunda mı? İnternet ve sosyal medya cinsiyet ayrımcılığını yaratır mı?

Kadınların dijital ortamda da tacize uğramaları üstünde durabiliriz; oyunlarda, Twitch yayınlarında, Twitter’da, linç kültürü içinde, slut-shaming bağlantılı olaylarda. Bunun yanı sıra pozitif ayrımcılık konusu da göze çarpıyor. Bir kadın yayıncının daha çok takipçisinin olmasıyla kendisini göstermesi arasında büyük bir paralel var. Yani ortada kadının kendisini metalaştırma kavramı da var. “Erkek bedenini kullanarak para kazanıyorsa kadın da bedeniyle aynı şeyi (bir noktada farklı açıdan) yapamaz mı?” Siber space’de virtual identity’ler yaşarken ve kendimizi yeniden inşa ederken hem olmak istediğimiz bir kişi potansiyeli hem de olduğumuz kişiyi yeniden inşa etme şansımız var. Sanal dünyada, sanallaşmada aslında gerçek dünyanın kusurlarından arınarak hem ideallerimize karşılık bulacak mükemmeli yaratma hem de çok boyutlu bir şekilde gerçek dünyanın yerini tutabilecek bir dünya yaratmayı düşünüyoruz. Bu dünyada bulamadığımız bazı sanal karakterleri de orada bulabiliyoruz. İnsanlar kendi sosyal çevrelerini sanal topluluklar içinde yeniden üretip ideal bir tasarım gerçekleştiriyorlar.

Siber alanda, kadın haklarının olduğu hayali bizi hayal kırıklığına uğrattığı için siberfeminizm doğuyor. Siber uzamda feminist hareketler var, dijital dünyada maruz kaldıkları ayrımcılığa karşı kadın hakları platformları var. İnternetteki bu feminist aktiviteler ve toplumsal cinsiyetle dijital kültür arasındaki bağın kurulmasıyla oluşan siberfeminizm, kadınla erkek arasındaki ayrımı da bulanıklaştırıyor.

Donna Haraway, sibernetik bir organizma aslında melez bir yapı (makine ile insan bedeninin bir arada bulunduğu) der. Bu nedenle Cyborg dediğimiz şey post-gender (cinsiyet sonrası) bir kavramdır. Descartes’a göre insanlar ruha yakın olduklarını düşünen varlıklar. Le Matrie ise “makinedeki hayalet” adı altında insan bedenindeki ruhu tiye alarak konseptle alay eder.  İnsan bedeni ruhsal olarak kabul ediliyor ama hayvan bedeni makine olarak görülüyor. Donna Haraway bir cyborg olmayı tercih ederim, demekte. Ayrıca, modern bilimi kuran kartezyen ikilinin kökünde modernizmin kurucusu olarak görülen Descartes ve Galileo’nin fikirleri var. İnsanın ruha sahip olduğunu iddia ediyorlar.

Siberfeminizm, aslında modernizmin getirdiği dördüncü dalga feminizm ile radikal dalga hareketlerle modernizmin açtığı uçurumları eritecektir. Post modernizm değil modernizm karşıtlığı söz konusudur.

Haraway, dijital teknolojilerin dişil yapısının varlığını öneriyor. Haraway’e göre mekanik ürünler eril yapılar. Erkekler ürettiği ve onlar kullandığı için; silah, tank gibi araçlarla birbirlerinin ve kadınların üstünde tahakküm kuruyorlar. Ancak dijital yapılar, mekanik aletlere karşın dişil us için daha uygun. Makine ve cihaz arasındaki fark şudur: makine kas gücüne ihtiyaç duyar ama cihaz içinde bir mantık şebekesi bulundurur (programlar). Makineler insanların yönetimine ihtiyaç duyarlar. Cihazlar ise otonom varlıklar gibi davranmaya çalışırlar. Donna Haraway, cihazlarla kadınlar arasında bir analoji kurmaya çalışıyor. Cihazlar dişildir, diyor. Siber feminizm, dijitalleşme, feminizm kadın hareketleri için altın çağı müjdelediğini söylüyor. Kadın sesiyle yol bulmak, uyandırılmak, Alexa ve Siri’nin kadın sesli oluşu aslında direktiflerin ve yönlendirilmelerin istenmesi düşünülüyor. Kadın sesine karşı içgüdüsel bir sempati duyması sağlanıyor. Çünkü normal gelmeye başlaması, norm haline gelmeye başlaması anlamına geliyor.

Makineler erkek aklına hizmet ediyorlar, aynı zamanda erkek kas gücüne ithaf ediyor. Her şey erkeklere göre yapıldı; dolayısıyla iş yaparken ürün üretirken erkeğin kas gücüyle beyni de gelişiyor, bu da erkeğin kadın üzerinde tahakküm kurmasını da kolaylaştırıyordu. Şu an erkek ile kadının telefon kullanmasında bir fark yok. Eşitler.

Son zamanlarda gelişmekte olan ve gelişmiş ülkelerde erkekler para kazanmakla meşgul olurken kadınların daha kültürel ve entelektüel alanda bu ibreyi kendilerine çevirdiklerini görüyoruz. Erkekler için biraz geri çekilme süreci başlamış oluyor aslında. Kadınların önümüzdeki yıllarda pek çok alanda revaçta olacağını düşünen bilim insanları var. Erkek cinsiyetini maskülünist bir tavırla tekrar bir karşı atağa geçirmek yerine bir cinsiyetsizleşme önerisiyle bu tartışmayı dindirmeyi istemeliler. Daha önce tanık olmadığımız bir döneme giriyoruz.

  • Siberfeminizm, dişil teknolojilerinin yani cihazların dişil yapılarını konumlaştırıyor. Makine teknolojileri ataerkil bir yapıya sahip. Modern bilimin de cinsiyeti aslında eril bir cinsiyet. Hiyerarşiye ve kas gücüne dayanıyor. Ama yatay bir örgütlenme var dijital kültürde. Sanal topluluklarda erkek kadın ayrımcılığı olmayacak diye düşünüyorlar siber feministler. Biyolojik var oluşlarını kullanarak kadınların daha fazla takipçi elde etmesi bir ayrımcılık değil, bunu üretim aracı haline dönüştürmektir aslında.
  • Bedensizleşme, bedenin dezavantajlarını geride bırakmaktır ve siberfeminizmin savunduğu bir diğer nokta da budur. Siberfeminizm, bedenin tüketim nesnesi olarak sunulmasından sonra beden ile teknolojinin birleşimi olarak bedensizleşmeyi ön görüyor. İnternet ortamında ve sanal nesnelerin tüketiminde beden ortada yok. Teknolojik beden, zevk ve özgürlük ortamı haline geliyor. Sanal dünyada bedenin terk edildiği tezinde beden ve ruh benzetmesine dönüyoruz.

Ayrıca siber feminizm de kendi içinde net ve tek sesli bir düşünce değil. Siri, Alexa gibi kadın seslerinin kullanılmasına bir karşıt eleştiri var Mary Eagleton’dan. Mary Eagleton diyor ki, “Aslında kodlar da erkekler tarafından yazılmıştır, kadın sesi de onlar tarafından üretilip dijitale sanal nesne olarak ortama sunulmuştur.”

Cinsiyetsizleştirme ve bedensizleştirme kavramları siberfeminizm içinde oldukça önemli kavramlar.

Siberfeminizm bir noktada biraz ütopik aslında. Dijital eşitliğin cinsiyet sorumluluğunu ele alıyor. Yapay yaşam, sanal yaşam kavramları var artık hayatlarımızda. İnsanların sadece siber alanda geçirdikleri hayatı değil, robotların hayatını da ifade ediyor. Teknoloji bizi gerçek çelişkilerimizle karşı karşıya getiriyor, üstüne yeni çelişkiler ortaya çıkartıyor. Siber tacizler de buna bir örnek. İnternet pornografisi, pedofili vakaları, korsanlar ve hackerlar da… Siberfeminizme göre gerçek alanın siber alana taşınması erkek sömürüsünün farklı bir alanı.

Eko-Feminizm

Eko Feministler kadınlarla doğa arasında bir bağ görür, erkeklerin doğaya ve hayvanlara hükmettiğini, zarar verdiklerini söylerler. Atları, eşekleri evcilleştirmek, bu hayvanları tarımda ve günlük hayatta kullanmak, kuzuları, inekleri evcilleştirip yemek için beslemek gibi davranışların sergilenmesi sonucu eko feministler, erkek aklının doğrudan doğayı kontrol etmek üzere kurulu olduğunu düşünür. Savaşların yarattığı kaos ve katliamları da ataerkil sistemin bir sonucu olarak görürler.

Daha önce söylediğim gibi normalleştirme aslında norm haline getirme sürecidir. Kadın bu travmaların altında ezilmeden, sağlıklı kalmak adına kendisini düzenin ve sistemin böyle olduğuna inandırmaya çalışır. Bu aslında sosyal bir pratik ya da ekonomik bir özgürlük sonucu oluşmaz.

Ataerkilliğin gelenek tarafından yeniden üretildiği söylenir. Radikal (dördüncü dalga) feministler bunun doğal olmadığını, olmazsa olmaz bir durum olmadığını, değiştirilemez bir yasal madde olmadığını ve değiştirileceğini düşünüyorlar. Değiştirmek uzun süreceği için bu yapıyı da yıkabiliriz diye düşünüyorlar. Rekonstrüksiyon (yeniden yapılandırma) yapılabilir deniyor. Bir binayı yıkıp, temel parçalarına ayırıp o parçalardan yeni bir bina kurmayı değil, başka parçalardan yeni bir bina yapmayı düşünüyor radikal feministler. İnsanlığı yeniden inşa ederken, cinsiyetsiz bir anlayışı savunuyorlar.

Köleleştirme sistemi gibi çalışıyor genel mekanizma bir noktada; kadının istila edilmesine onay veren normlar var. Ancak özellikle ataerkil gelenekçi sistemde kadın bu sisteme karşı çıkamıyor, gidecek yeri yok, sistem her yerde. Bu düzeneği kuran eril akıl, tahakküm mekanizması olarak kuruluyor. Dişil usu tamamen yok etmiyor ama kadına sistem tarafından aklını nasıl kullanması gerektiğini dikte ediyor. İstenen olmazsa kadına şiddet mümkün görülüyor. Akıllı olma algısı kocasına hizmet ve kendisini sevdirme, diğer kadınlardan öne çıkma, diğer kadınlarla olan iletişimde üstün olma, erkeğin istediğini yapmada mühim bir olgu.

Feminizmde kadının hedefi erkek değil; kendini geliştirme, aydınlanma, eleştirel bakma, özgürleştirme olmalı. Ama kadın aklının erkeği anlamaya yönelik, erkek tarafından arzulanabilir olduğu da görülüyor burada.

Eril düzen, ayrımcılığı yeniden düzenliyor. Kadın, diğer kadınlardan farklı davranılmasına karşılık ayrımcılığa uğradığını düşünüyor. Bu kültürde kadına sosyo-kültürel roller veriliyor.

Erkekler, erkeklik rolüyle kendisini özdeşleştiriyor. Erkeklik ve kadınlık birer cinsel kimlik olarak toplum tarafından farklı kategorilerle insanlara dikte ediliyor. İkinci bir karısı olmayanın erkekliği sorgulanıyor; çocuğu olmayanın herhangi bir kadınlık değeri yok gibi bakılıyor. Erkeğin işlerini yapan kadın, ucuz iş gücü olarak çalışıyor; maddi olan, ekonomik değeri olmayan bir işi var. Erkeğin nesnesi olduğu, ekonomik gelir almadığı için de değersiz görülüyor. Erkek ise bunun doğal bir şey olduğunu kabul ediyor. Bir eko feminizm ikonu ve Ekofeminizm: Diğer Hayvanlar ve Dünya ile Feminist Kesişimler adlı kitabın yazarı olan Carol J. Adams ise “Eko feminizm, baskıların birbiriyle nasıl bağlantılı olduğunu tanımlayan dinamik bir politik teoridir” diyor.

Queer Theory

 Post-modernist feminist ikonlardan biri olan Julia Kristeva’dan büyük oranda etkilenen bir üçüncü dalga feministi olan Judith Butler ise Queer Theory’de cinsiyet pratiklerinden bahsediyor: Evin içindeki dağılmış eşyaları toplamak, evi temizlemek vs. kadın cinsiyetinin bir pratiği olmamalıdır. Oluyorsa her cinsiyetin pratiği olmalıdır.

Ayrıca cinsiyetin yeniden üretimi söz konusu. Kadın içgüdüsel olarak bu tarz pratikleri yapma eğilimine girebiliyor. Ancak doğamıza uygun falan değil. Uygun değil çünkü cinsiyet gibi çoğu hiçbir kavram aslında gerçek değil. Toplumsal normları sürdürebilmek için yapılmış, inşa edilmiş normlar. İçinde bulunulan bağlamın atasözleri, jestleri, dışavurumsal ifadeleri bile bu seçimi etkiliyor.

Egemen kültür belli cinsiyet pratiklerini dayatarak o kişiyi kadın ya da erkek yapıyor. Kimse kadın doğmaz kadın haline getirilir (Simone de Beauvoir).

Yeni doğan çocuklara verilen oyuncaklar bile cinsiyet ataması anlamına geliyor. Bir çocuk bebekle oynamayı seçiyorsa “kız” olduğu için değil “kız olmayı” seçtiği için. Queer teoride ise bu yapıların hiçbiri yok. Penisin ya da vajinanın varlığı kesinlikle cinsiyeti belirlemiyor. Cinsiyet her zaman toplumsal olarak belirleniyor.

Günsuhan Aytaç

 

Kaynakça

İlgili Yazılar

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir